Kayıtlar

Nisan, 2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Sıfır Günlüğü: Elçi -V-


Bileklerinde kalan son kuvveti ona yaklaşan kişiden uzaklaşmak için kullandı. Ancak nafile, pirinç taneleri ile ölçülebilecek kadar kat ettiği uzaklık bir adım içinde kapatıldı.

“Hayır” diye geveledi düşünmeden.

“Kir” dedi ona tepeden bakan kadın. Çevresindeki beyazlık artık daha seçilir olmuştu, gürleyen ateşin içinde yürüyordu ve saçları alevler gibi beyaza boyanmıştı. Al ipekten bir kaftan giymişti, elinde ucu gümüş ateşten kesilmiş mızrağını taşıyordu. Gözle görülmez bir hamle ile ucunu göğsüne dayadı. İnanılmaz bir acıydı tenine yayılan, ilk hissinde bile olmayan gücüne rağmen yerinde hoplamasına yetmişti.

“Dur, dur, dur dur dur” bağırdı her seferinde sözcük biraz daha anlamını kaybetti. Kadının yüzünde merhamete dair bir ifade belirmedi, kaşları o kadar büyük bir öfkeyle çatılmıştı ki gördüğü şey yerde yatan biri değil, sanki kenara atılmış bir çöp parçasıydı. “Dur” kelimesini her işittiğinde olmayan sabrı daha da tükeniyor ve kehribar renkli gözleri açılıyordu.

Ne yaptığını bilmeden çaresizce bir adım daha geri sürükledi kendini. Kadın mızrağını omzunun üstüne kaldırıp gerindi, kalbinden geçen mükemmel bir çizgi seçti gözleri, kesin bir hamle ile hayatını kaybedeceğini hissetti. Ne olduğunu bile anlamadan ölecekti, adını bile bilmeden… Aklında yankılanan tek kelimelik soruyu sormak istedi ancak hissettiği dehşet buna izin vermedi. İstemsizce ellerinin kaldırmaya çalıştı, teslim olmasının hiçbir anlam ifade etmediğini bilirken.

Kadın bir adım daha attı ona doğru, büyük bir hırsla kilitlenmiş gözleri beklenmedik şekilde daha da aşağıya baktı. Şaşkınlık doldurdu ifadelerini. Biri yaşadığına şaşkındı şüphesiz, diğeri üzerine adım attığı şeyin merakına düşmüştü. Kadın yavaşça eğilip yerdeki keskiyi eline aldı. Taşlamalarındaki parlaklık iyice artmış kendisinden saçılan ateşe baş koyacak kadar dirayete ulaşmıştı.

“Bu mu, anamın armağanını savuşturan?” sordu önünde yatan adama.

O soruyu anlayamadı ilkin, ancak cayır cayır yanan ateş yüzüne doğrulunca cevap vermeye çalıştı.

“Bilmiyorum, ar-arma-armağanı” çıkardı kuru boğazından sözcükleri zorla. Kadın mızrağı biraz daha yaklaştırdı ona sordu:

“Bu mu, bunu savuşturan” dedi sert tonla.

“E-Evet, o sa-sanırım”

Kadın mızrağı çekti üstünden.  Diğer eliyle de bıçağı yoklamaya başladı. İşlemelerin üzerinde parmaklarını gezdirdi. Taşlamalarında bir şey yazılıydı, harfleri tanısa bile anlamsız sözcüklere benziyordu.

“Ne yazıyor üstünde?” diye sordu adama. Bir şey diyemedi ancak cevap vermesi gerektiği barizdi.

“Bir şey mi yazıyor?” sordu, kadının ekşiyen ifadesini görünce tonunun yanlış anlaşıldığını anladı, hızlıca ekledi “Bilmiyorum, benim değil. Bir ağacın gövdesinde buldum.”

“Nasıl?”

“Saplanmıştı öyle, bilmiyorum gerçekten ne yazdığını be-”

Kadın hafifçe tebessüm etti ancak hissettiği şeyin mutluluk olmadığı belliydi. “ve inanacak mıyım sana, sen değil misin yarım gün ormandan beni gözleyen?” kadın hızlıca adamı yakasından tutup kaldırdı. “Söyle!”

Tenine yayılan bir sıcaklık vardı ancak, sinirleri etini kızartan bu ateşe tepki vermeyecek haldeydi.

“Ba-bak, buldum.” Zorla elini kaldırdı kumsalın girişinden aşağı uzanan ormanı gösterdi. “Buraya bir g-gün uzakta buldum. Sonra buraya geldim, iz-lere bakarak.”

Kadın ilkin anlamadı adamı, sonra onun arkasına bakınca hatırladı göğe sıkışmış yıldırım parçalarını. Bir daha etrafına baktı, denizin suları onları bir duvar biçiminde çevrelemiş hareketsiz duruyorlardı. Tekrar adama döndü, yüzünde gördüğü şey yalan söylemediğine onu ikna edebilirdi ancak çevresine yaydığı kiri de görebildiğinden dinlemenin ne gibi sonuçları olacağını biliyordu. Adamı yere bıraktı, tuttuğu elini turuncu bir ateş, yüzünü el yıkayan birinin tiksintiden kurtulma çabası sardı.

Çevredeki ateşler yavaş yavaş kayboldu, kadının saçları ala çalan bir renge büründü. “Gidelim madem göster.” Dedi. Bunu yapmaması gerektiğini biliyordu ancak bir şey fazlaca yanlış hissettiriyordu, gerçi bunu söylemeye hakkı olmayabilirdi.

“Tamam” başını salladı hızlıca.

“Ancak yalansa…” kadının tekrar eline aldığı mızrak gümüşten bir ateşle bitti tekrar.

İkisi de konuşmadı sessiz dakika boyunca. Adamın gözlerinde bir karartı vardı halen, kadın ise pus dışında bir şey göremiyordu ona baktığında. Bir tiyatro sahnesi kuruldu o anda ve bilinmesi gereken kötü hislerinin ne olduklarını sorguladı ikisi de.

Yavaşça yerinden kalkmaya çalıştı, ancak bu mümkün gözükmüyordu.

“Bana birkaç dakika ver.” Dedi.

Kadın çömelip oturdu.

Batmayan güneş sudan duvarlar arasından geçip uzun gölgelerini buharlaşmış okyanusun bu cebinde kalan kirli camlarla pürüzlenmiş tabanına yansıttı. Uzaktan bir duman yükseliyor ve bacağı halen kanıyordu.


Gün 1 K.S.
Gün 7 

Sıfır Günlüğü: Elçi -IV-



“Bunları hatırlaman mümkün değil.” Dedi nazik ses. Biraz durgun olduğunu hissetmişti ama bir şey demedi. 

“Durgun değil sadece düşünceliyim.” elini gözün seçemeyeceği kadar ince şekilde işlenmiş bardakta gezdirdi.

“Anlaman gerekir ki bunu bir daha gerçekleştirmem mümkün değil. Göğün hali açıkça belli… O yüzden anlamalısın, hatırlamasan bile anlamalısın.”

Yutkundu, dinlemesi gerektiğini biliyordu ama her şey nasıl bulanıktı ve nasıl kesin çizgilerle ayrılmıştı. Etrafa bakmak midesini bulandırıyordu.

“ Başladı demek ki…” belirtti ses.

“ Anlamadım.” Dedi başını yerinde tutmaya çalışırken.

“ Evet, Anlamadın.” Bulanıklığın içindeki figür kafasını çevirdi. “ Nereye gideceğini biliyor musun?”

“ Hayır.” Diyebildi sadece.

Bu cevabı beğenmedi ses. Nazikliğin içinde umutsuz bir ton belirdi.

“ Gideceğin yerin neresi olacağını biliyor musun?”

“ Sanırım” dedi hafifçe.

“ Ne yapacağını biliyor musun pekalasında.”

"Sanırım... Evet diyebileceğim kadar da hayır diyebilirim." Sonunda soğuk his zirvesinden gövdesine kadar çatladı, ağlarla kaplandı zihni, saliselik bir farkındalık yaşadı ancak ne olduğunu söylemek için çok geçti. Bir saniye sonra oturduğu yerde kimse yoktu.

“Ölmemelisin.” dedi nazik ses. Ve havada asılı tedirginlik hiçbir yere dağılmadı.
………………..........

Başı ağrıyordu. Turuncuydu görüşü. Anladı ki gözlerini açamıyordu. Etrafını yokladı, kendini kaldırıp oturdu. Hafifçe araladı gözlerini, ormanı görüyordu ve uzundan içine yayılan gölgesini. Bekledi, bir şeyi, ne olduğunu bilmediği. Başının ağrısı çok keskindi, o kadar ki kendi bedeninde olmadığı hissini veriyordu ona, fakat fark etmesi mümkün değildi ağrının kendisinden dolayı. Birkaç on dakika sonra anladı ki beklediği şey sesti, hiç bir şey duyamıyordu. Bunu ona hatırlatan oynadığı çimlerin olmayan hışırtısı yada rüzgarın tenindeki gereksiz misafirliği değildi, çınlamaydı. Yüksek sesli ve istilacı çınlama. Oturduğu yerden kaldırıp dişlerini kıracak kadar sıktıran çınlama. Hayali ve gözlerini karartıp ele geçiren çınlama ve ciğerlerinin nefesten kesilmesine yol açan çınlama. 

Tekrar kendini bulduğunda ilk duyduğu şey nefes nefese kaldığı idi. Başını yokladı, alnını hissedemiyordu. Yavaşça dirseklerinin üzerinde doğruldu ve ayağa kalkmak için hazırlandı.

“Ah… Güneş” dedi gerisini getirmedi. Kafası ışıktan izlerin bittiği yere çevrildi. Yerde duran çantaya uzandı, hafifçe dengesini kaybettiğinden durmak zorunda kaldı. Kumsala baktı ve kumsalda ona; onu onaylamıyordu, o da bunu biliyordu. Doğrulup arkasına döndü orman boyunca ilerlemeye başladı.

Kafasında bir soru vardı. Cayır cayır yanıyordu zihni, ilerlediği ağaçları aleve veriyordu geçtikçe, aynı göğsünden geçen şey gibi. Ama o sözü sarf etmemesi gerekiyordu, ettiği anda üstünden denize baktığı uçurma daha da yaklaşıyordu zihni. Bu uzun ve yorucu bir düelloydu ve basit bir kelimeyi zihninde yankılandırsa bile kaybedecekti. Hangisinin daha kötü olduğunu bilmiyordu kaybettiğinde yapabileceklerimi yoksa kazandığında devam edeceği yol mu? Bunun cevabı bile kendi içinde sorulmaması gereken şeyleri getiriyordu. Ve hayatının gerçekten dogma haline dönüştüğünün farkındalığına varmadan kendini sahili sıkıştıran dönüşün üzerinde buldu. "İleride ne vardı?" Sordu zihninin içinden bir ses.

“Duman” dedi sesinin altından. Beline iliştirdiği bıçağı çıkardı yavaşça, yüzüne pürüzsüz gövdesinden yansıyan güneş düştü fakat gözlerinde bastırılmış bir karartı geziyordu.

Ormanda iki kişi bekliyordu. İkisi de farklı şekilde birbirlerinin farkına varmışlardı. Biri daha çok acı çekmişti bunu anlamak için şüphesiz. Ateşi gözlüyorlardı, birisi ona bakmamaya çalışırken. Sıkılmaya başlamıştı, farkındaydı ki bu sıkıntı oldukça ölümcül bir durumdu fakat sadece yarım günlük bir çömelme ve zihninin de bastırdığı naçizane sorunun baskısı ona başka bir seçenek bırakmıyordu. 

“Neredesin!” diye bağırdı ve birkaç saniye bekledi. Ağaçlar boyunda hiçbir hareketlenme olmadı. Bu daha rahatsız ediciydi ancak yerini belli etmiş olması muhtemel olduğundan yapacağı işten geri dönmedi. 

“Bak!” dedi. “Çıkıyorum, sende çık neyse bu işi görelim!”

Onu cevaplayan sessizlik artık aklını yitirme çizgisinde olan bir adamın sanrılarıyla konuşmasını andırıyordu. Alnını sildi, fazlaca terlemişti. Çalılardan yavaşça çıktı, sırtını ateşe vererek kumsalın ortasına yürüdü.

“Bak! Buradayım, çık neredeysen!”

Çevresine bakınıyordu halen, arkasındaki ateş gölgesini önüne düşürüyordu. Elindeki keskinin işlemelerinin derinlerinden yükselen parlaklığı görmesini engelliyordu.

Çok hızlı oldu, kısa bir anda seçildi ve gözden kayboldu. Belki o kadar sıcak olmasa fark edemeyecekti bile. Tam da kayalıkların bittiği yerden çıktı, muazzam bir ivme ile ona yaklaştı. Elini kaldırdığında ve omzunu çıkartacak kadar büyük bir güç ile yere savrulduğunda yaşıyor olması şanstan başka hiç bir şeyle açıklanamazdı. Kolunu tutup doğrulmaya ve kamanın nereye uçtuğunu anlamaya çalıştı. Bir sıcaklık daha hissetti fakat bu sefer biraz daha yakındaydı, çaresiz bir hareketle kendini yakınında bulunan bir kayanın arkasına attı. Gövdesinin biraz yanından beyaz bir çizgi belirdi ve kaya kesin bir hamle ile delindi. Bunu gördüğü anda kamaya ulaşma kaygısı daha da arttı, gözü denize takıldı, hareketsiz sular rahatsız edilmişe benziyordu, üzerlerinde beyaz çizgiyi izleyen koyu bir buhar ve bir başkasının sona erdiği yerde fark edilecek kadar büyük bir “delik” vardı. Ortasında ise gümüşi bir parlaklık. Kendini bunun ne olduğunu fark etmeye kalmaksızın sulara attı. Arkasında bir sıcaklık büyüyordu, keskinin taşlamaları çok daha parlak gözüküyordu. Bunu fark etmesi ona bir şey kazandırmadı, hayatında düzgün silah tutmamış her insan gibi bozuk bir gard aldı ve gözlerini kapattı. İliklerine kadar işleyen ince bir duyu hissetti bütün sinirleri acı ile kaplandı ve suların içine savruldu. Omuzları ağrıyordu ve bıçak yine elinden kaymışa benziyordu. Gözlerini açtı suyun altındaydı yerde yatıyordu, çevresinde kırmızı renkli kan bulutları gezinmeye başlamıştı, uyluğunun altında keskin bir ağrı hissetti, denizin tuzu bıçağın üzerine kaydığında açılan yarasına yardımcı olmuyordu. Bir an ne yapması gerektiğini unutur gibi oldu, çok su yuttuğunu hissediyordu ancak kısa bir sıcaklığın ardından birkaç metre yanına saplanan beyazlık ona her şeyi hatırlattı. Etrafındaki sular tezlikle buharlaştı. Kendini yerde yatarken buldu, gözleri değişen bağlama alışamadı, bir figür ona yaklaşıyordu kırmızılar ve parlak bir beyazlığa bürünmüştü. Elinde uzun kılıca benzeyen gümüşi bir şey taşıyordu.

Sıfır Günlüğü: Elçi -III-




    Adımlarını izliyordu ve giderek daha da ağırlaştıklarını. Kumların sürekli üzerlerinde zıpladığı ayakkabıları gri ve sarı karışımı renklere bulanmıştı. O ise birkaç saniye içinde terleyeceğini seziyordu. Ara sıra arkasına bakıyor sanki geri dönmek istermişçesine bir hamle yapmak istiyordu. Ancak hareketsiz denizin üzerine kazınmış ışıktan sütunları görünce aksine karar veriyor yürümeye devam ediyordu. Sanki bir aynayı takip eder gibiydi, kumlara eşlik eden sular hem o kadar berrak, hem de o kadar düzdü ki onlara dokunulması neredeyse bir suç olacakmış gibi hissettiriyordu. Tam da bu his zihnine salındığında tekrar döndü başı, uzaklaştığı yeşil açıklığı göklere uzatan sarp kayaların oluşturdu sete baktı bir daha, küçük çimenler ve ağaç tepelerinin siluetleri şu an düşünmek istemediği pek çok şeyden aklını çalıp geri dönmesini istediklerini söylediler ve aynaya geri baktı, yürümeye devam etti.

    Zaman hakkında bir sorun olduğunu biliyordu. Şu an zaman hakkında büyük bir sorun vardı. Çünkü düşündükleri şeyleri dün yaşamıştı. Fazlaca yorulup, kumların üzerine kendini attığında yarım günden çok daha fazladır yürüdüğü açıktı. Daha fazla yürümek istemediği ve şansına bulduğu bir patikadan içeri girdiği zaman bacaklarında karıncalar gezdiğini hissetmişti. Bir ağacın yanına yattığında uzun uzun nefes alıp vermişti. Kendinden geçtiğinde güneş halen aynı yerindeydi… Şimdi aynı ağacın önünde huzursuz bir uykudan sonra gördüğü şey aynı güneşti. Aklına bir an farklı bir şey çalındığını hissetti ve aniden ayağa kalkıp arkasındaki sık ormana döndü, güneş tam karşısında olmasına rağmen ağaçlar gölgelere bezenmişti, daha fazla bakmadı patikadan tekrar aşağıdaki kumlara indi.

    Yürüdü ve yürüdü. Sarp kayalar ve gökyüzünü yutmuş sular ona eşlik etti. Sayısız kez düşünceleri ile cambazlık yaptıktan sonra kayalık duvar sakince sulara yaklaştı ve yaklaştı, kumlar inceldi ve inceldi. Bir küçük dönüş ardından ince taneler setin hapishanesinden kurtuldu ve önüne büyük bir sahil serildi. Ardında “geceyi” geçirdiği sık orman halen devam etmekteydi. Kısa gri bir çizgi seçiliyordu ileride tam da ışıktan sicimlerin tükendiği yerde.  “Ateş” kelimeler döküldü ağzından yavaşça dumanların kaynağına yürürken.  Her adımında biraz daha açıldı gözleri, ateşin gövdesini seçtiği anda koşacak gibi görünüyordu ama ne yöne olduğunu tam kestiremediğinden hızını değiştirmiyordu. Biraz daha ve biraz daha karardı çevresi ve göz bebekleri kısıldı hafifçe, küçük bir anda dans eden havanın görüntülerini gördü. Turuncu, “altın sarısı” dedi. Fakat çok küçük bir ateşti, bu kadar duman çıkaracak kadar hacmi bile yoktu ve nasıl bu kadar parlak yanıyordu, sonunda gece getirecek kadar aydınlatıyordu etrafı ve onun dışında hiçbir şey seçilmiyordu. Gözlerine şarap gibi geliyordu, her adımında biraz daha yaklaşmak ve biraz daha yaklaşmak… “Dokunmak” dedi sesinin altından.

    Sahilin arkasındaki ormandan şehvetine düştüğü kıvılcımlar kadar parlak bir şey fırladı, ateş bir anda bembeyaz kesildi, küçük gövdesi bir tipi yeliyle boğuşuyormuş gibi gözüküyordu. Altındaki kumlar kızarıp yılan kavi çizgiler çektiler sahil boyuna, bastığı zemin kesik kesik cama dönüşüyordu, gözleri sonunda ateşten ayrıldı ancak çevresine bakacak kadar zaman bulamadı, gövdesinin yandığını hissetti ve göğsünün olması gereken yerden fazlaca parlak bir çizginin çıktığını görebildi sadece, saliseler için dünya beyaza bulandı… Yanakları kavrulmuş kumlar ve sıcak cam ile yanıyordu, artık gördüğü şeyleri algılamayacak kadar büyük bir şey hissediyordu ancak ne olduğunu bilmesi de olasılıklar içinden çıktı birkaç saniye daha içinde, belki daha iyiydi. Uzuvlarından kaybolan duyu, tenine yayılan kıpkırmızı bir sıcaklık ve gövdesinin deşik kaldığı yerden yükselen tiksinç koku, saf et ve acıyla dolu.

     Birde bastığı camları kıran adım sesleri, hayır belki kırık değildi ancak merak edebilmesi mümkün de değildi.

………………........

“ Hoş geldin.” Dedi nazik bir ses.

Bir şey diyemedi. Sadece dinledi, sesleri; bardak yada şişe, cama benzer bir ses ardından küçük bir adım tahtanın üzerinde atılan.

 “Ne içmek istersin?” diye sordu ses.

Bunun üzerine şaşırdı biraz. Zihnin duvarlarına tırmanan bir şey olduğunun farkına vardı. Sonunda gözlerini hafifçe aralamak istedi.  
“ Bilmiyorum.” Dedi. Yavaşça kesik ışıkları bulanıkça seçerken.

“ O zaman viski, gerçi bu şişeyi doldurduklarında adı o bile değildi.” Nazik sesin gülümsediği sesinden belli idi.

Birkaç pencere gördü, çok kesin şekilde seçilmiş bir odayı çok kesin bir şekilde aydınlatıyorlardı. Huzmeler sanki cetvel ile çizilmişti. Önünde biri vardı, tam karşısında idi. O kadar yakın, ancak o kadar da uzaktı ki, gölgelerin içine uzansa masaya doğru düşeceğinden korkuyordu, her iki durumda da. “Uzak değil.” 

“ Hem buradan hayli hoşlanmıştın, yanlış hatırlamıyorsam.” Diye iğneledi sesine yakışan bir alaycılıkla. “Gerçi burası çokta geri dönülecek bir yer değil. Haklısın…”

Tırmandı tırmandı, ancak farklı bir his ne olduğunu anlamasına izin vermedi onun. Bu soğuk ve yapayalnız şey her farkındalığı kıracak kadar güçlüydü.

“Korkuyorsun.”

Sıfır Günlüğü: Elçi -II-



  Bir kadın silueti seçiliyordu, uzak ve unutulmuş bir yerin uzak bir köşesinde. Şekli sabit değildi ancak, buharlı bir camdan çevreyi gözlermişçesine hareket ediyordu etrafı. Kendisi sakin adımlar atıyor ve vücudu iyice yerine konmadan yürümeye devam etmiyordu. Birden durdu kadın fakat çevresi durmadı ve duramazdı zaten. Bir ses işitti tasviri kaybolmuş olan. Elini seçilmez bir şeye daldırdı, parlak ancak saydam ve renkli renksiz, insan benzine şekil veren zihnine aşk vurduran, düşüncesine fitil olmuş olan bir şeyi yakaladı.

“Esen gidesin yavrum.”

“Neden gedeyim anam.” sordu elindeki.

“Varmak lazım yavrum.”

“Ne için anam?”

“Ya edeceksin yeniden veya güdeceksin.”

“Ben mi anam?”

“Sen değil bu sefer dik kulaklı, şekil günahlı, senin alındığın burada vurulan hazne ile kopardığı yere tutukludur o.”

Elindeki sustu bir süre söyleyemedi bir şey.

“Hatırlamak zordur, taşırken hepsinin ahını ve unuttuğun şey olacaktır ki senin soracağın. İlk var, sonrası bulunur.”

“Ana, görecek miyim seni?”

“Biz yekpare bittik, edemezsen de özlemezsin beni.”

Kadının elindeki uzun bir hal aldı, boyutları duyulara sığamayacak kadar oldu bir anda. Bütünlüğü yakacak bir alev sardı etrafı ve kesin bir hamle ile gerçekliğin içine atıldı.
.....................


   Uzundu alacağı menzil ama o bilmezdi uzunu, henüz bilmezdi. Var olalı asırlar belki binyıllar olmuştu ancak, gerçekliği sadece saniyeler ile tatmıştı. İlk önce bir şey kavradı ama ne olduğunu anlamadı. “Bir şey bir şey” dedi ismini söyleyemedi. Aklına sular geldi, adını bilmediği halde, saydam gövdelerini nasıl da büyük bir hışımla kayalara vurdukları canlandı zihninde. Beyaz köpükler doldu gözlerine, sonunda şelalenin ağzına varınca uçurum gördü yüzü. Düşüyordu, anladı o düşüyordu. Ne garipti! ne garipti düşüncesi… Genişçe demenin kifayetsiz olduğu bu karartı içinde düşüyor, her alem, her anda onu çevreliyordu; türlü kumaşlar gibi üst üste katlanıyordu izlediği görüntüler ve her birinin içinden çıkan iplikler tekrar bir düzleme geriliyordu tek bir saniye için, tezlikle yırtılıp katlanmadan önce. Bekledi ve bekledi, algısal dikiş tezgahında saniyeleri izledi. Anladı ki zaman vardı, geçiyordu ve o bekliyordu, bir şeyi bekliyordu. Ancak nasıl da saçılıyordu zaman her yöne ve her şekilde düzensiz bir biçimde. Her kumaşla birlikte farklı sekiyordu tezgâhın üstünde.  Bir anda algısal tezgah gerilmiş bir kumaşa yapıştı, sarıldı ve sevişmelerinin ardından daha aydınlık bir karartı çıktı. Zaman delice hareketini kesip doğruldu tek yöne yürümeye başladı. Garip geldi ona oldukça garip, nasıl bir düzendi bu ne farkı vardı diğer kumaşlardan anlamadı, aynı içini saran bir şeyin ne olduğunu anlamadığı gibi.

  Salise içinde yıldızlar çalındı gözüne ve bütün kütleleriyle cennetler içinde gezinen gök cisimleri. Hepsinin saran küçük iplikler kısalmıştı artık, kumaş yekpare bir hal almıştı. Binlerce ve milyonlarca şey gördü henüz bu kumaşın içinde görülmeyen ve hepsinin düşünceleri çalındı zihnine.  Karanlık ve aydınlık gibi yetersiz olan kemerin üzerine gerilmiş her türlüsü yerleşti algısına bir saniye daha içinde. Yalnız düşüyordu halen ve düşüyordu nereye olduğunu halen bilmeden. Sonunda sonsuz farklı büyüklüklerde, korkunç iştahlı olduklarını hissettiği karanlıklardan birine yöneldi menzili. Yaklaştı ve yaklaştı, büyüdü daha da içindeki bir şeyi. Sonsuz sayıda demet olmuş renk renk cisimlerden biri canlandı aklında. Saydam vücudun kayalarla vuruştuğu yere gidiyordu tam olmasa da.

  Bir küre gördü, biliyordu ki küre değildi gördüğü. Tekrar düşünceler bağırdı ona bu küreden yükselen. Fakat hiçbiri, hiçbiri farkında değildi kürelerinin üstünde gezinenin, onu gölgeleyenin. Anladı sonunda nereye gittiğini, hızlı şekilde çarptı gölgenin kaynağına. Eski bir duvardı yıktığı: kendinden, alındığı kuyudan hatta ki kumaşlardan bile eski. Zamanın rotasıyla birlikle sarhoşluk geçirip gönül eğlendirecek ve sonra da küsüp evine almayacak kadar eski. Çarptığı anda yarığın içinde bitti her düzün ve her yol; içindeki o şeyde vurdu kafasına, zihnine, algısına, aklına. Ancak söylemesi için tek bir saniye kadar daha düşmesi gerekiyordu. Düştü… Kalkmaya yeltenmeden önce kendine bir şey açıkladı. O ağlıyordu ve gülüyordu, canı acıyordu ve kızıyordu, korkmadığı için kızıyordu, özleyeceğinden korkmadığı için.