Sıfır Günlüğü: Elçi -I-


    "Nereye gideceğini biliyor musun?" dedi nazik bir ses.
    "Hayır."
    "Ne yapacağını biliyor musun pekalasında?" 
    "Sanırım... Evet diyebileceğim kadar da hayır diyebilirim." 
    "Bilmiyorum demek için ilginç bir yol." iğneledi sesine yakışır bir alaycılıkla.
     Aslında havada asılı olan tedirginliği anlamak için deha olamaya pek gerek yoktu ancak bu noktada söylenecek pek bir şeyleri de kalmamıştı. Bir gülümseme takas ettiler birbirlerine.
     Ardından düş aleminin iplikleri kopmaya başladı zihninden, gerçekliğin halatı onu bedenine geri çekti. Gözlerini tekrar açtı yavaşça. Normalde oldukça huzurlu bulacağı bir sahne dönüyordu gözlerinin önünde. Güneş batmayayazmış; gök, ucundan kırmızı mor seçiliyor, fakat gelen ışıktan sarı kesilmiş meşe yaprakları bulutların görünmesini engelliyordu. Tabi ağaca saplanmış bir kama da cabası...
     Mayışmış gözleri, fal taşı gibi, sonuna kadar açıldı önce; sonrasını beklemeye kalmadan ayağa kalktı, sırtını ağacın gövdesine yapıştırdı. Seyrek meşelerin uzun gölgelerini gözlemeye başladı. Açıklığa baktıkça daha sert yaslanıyor, nefesi hızlanıyordu. Oradan buraya fır dönen gözleri, önünde bir şey olmadığına emin olmamıştı ki, hızlı bir hareketle ağacın arkasına göz atmaya girişti. Huzursuz tenhalık dışında eline bir şey geçmedi, yine de bir süre ileri geri yürümeye devam etti.
     Ürkek voltaları bacaklarını yorduğunda, adımları onu yerdeki kan izlerinin önüne götürdü. İçini panik sarsa da kısa sürede kendini meraka bıraktı. Yaklaşık yirmi dakikadır ağacın sol hizasında bir çizgide yürümekteydi. Adım attığında bacağının parça pinçik hale geldiğini  hissetmek yerine... Hiç bir şey hissediyordu. Yırtılmış paçasını sıyırdığında, bacağının hali gerçekte merakını doğrular nitelikte bir görüntü sundu. Derin yarık kaybolmuştu; ne bir sızı, ne bir kan lekesi, yaranın izi bile çok seçilir değildi. Paçasının ne halde olduğunu görmese, hiç yaralanmadığına ikna edebilirdi kendini. Tabi bide buraya kendini atarken geride bıraktığı kan izleri de vardı. O zaman bu... Yani... Herâlde kendini öldürmek isteyen o şey, bunu yapmadıysa... Ağaca düştü cevap arayan gözleri, ışıldayan simgeler görünürde yoktu; ancak, sıkışmış "bıçağın" sırtında bir çanta asılı duruyordu.
     Çantaya eli dokunur oldu ki bıçak yerinden çıkıp çimlerin üzerine düştü. İrkildi, bir kere daha çevresine baktı tatminsizce; meşenin uzun sık yaprakları dışında hareket eden bir şey yoktu sessiz açıklık boyunca. Eğilip düşenleri aldı, incelemeye başladı. "Bıçak", bıçak denemeyecek kadar uzunca idi, belki de bu yüzden çektiğinde çıkaramamıştı. Tümüyle çelikten daha parlak, gümüş renkli bir metalden yapılmaydı. Üzerinde bir çizik bile yoktu ancak gözü yormayan birkaç işleme ile süslenmişti taşlamaları. Sapına tutmak için beyaz bir de kumaş dolanmıştı. Çanta ise daha alışıldık bir görünümdeydi. Meşinden yapılma ve oldukça sert. Ön yüzünün kenarına doğru turkuaz renkli atlastan kalın bir şerit geçilmişti. Kenarları ise, tutarlı şekilde, sertçe keçe gibi bir kumaşla kaynaştırılmıştı. Hâliyle çantanın içine de bakmaya başladı. Bıçağın kendine yakışır sadelikte toprak rengi bir kın, eski görünümlü turkuaz-kahve bir matara...İçinde de nahoş kokulu bir içki ki içmeye cesaret edemedi. Sonunda da ketenden yapılma, boş, küçük bir bohça çıktı çantadan.
     Kını kemerinin arkasına iliştirdi. Bıçağı yavaşça yerine yerleştirdi. Çantayı ise daha da yavaşça kapattı... Çevresinde parmağını tam basamadığı bir tuhaflık vardı. Ayıldığından beri de oradaydı. Tabi iki kere ölümden dönüp, sihirli bir şekilde ölümcül düzeyde kan kaybından kurtulmuş olması veya ne kadar zamanadır güneşin batmamasıyla beslenen paranoyası ile her şey açıklanabilirdi fakat... Bu, içine terör salan soğuk bir his değildi; hatta onu tehdit etmeye niyeti olan bir şeyin varlığından bile söz edemiyordu. Sadece... sanki olmaması gereken bir şey olmuştu. Sanki... Sanki bir deprem sonrası, yıkık şehrin sokaklarında gezmek; toprağına kadar kavrulmuş bir ormanda yürümek gibiydi. İzole ediyordu insanı zamandan; günler geceler geçse bile, zayıflığının güçlü varlığı hiç geçmeyecekçesine... Nasıl bir saat sonra aynı ise bir asırda da aynı kalacakçasına. Kafası iyice ağırlaştı bu düşüncelerle, bariz şekilde buradan ayrılmak istiyordu. Bu sürede o şey, ona saldırmamıştı; sanırım şimdilik güvende olduğunu var sayabilirdi. 
      Meşeden uzaklaşmadan önce bıçağı ile bir çarpı attı gövdesine, belki yazılar onu bir daha kurtarabilirdi... Sonunda değişmemeye inat eden gün batımına doğru yürümeye başladı. Çimler sarı kesilmişti. Gölgelerin boyu değişmemişti. Gök kırmızı,mor ve sarı arasında gidip gelmekten sıkılmamıştı ama o buradan yeterince sıkılmıştı. Yaprakların koruyucu örtüsünden çıkınca resmin eksik kısmı gözleri önüne serildi. Bulutlara bir şey olmuştu, daha doğrusu içinden bir şey geçmiş denebilirdi. Oldukça da şiddetli bir şekilde yol almıştı anlaşılan. İzlediği rota boyunca çevresine saçılmış, parlak, kesikli çizgiler bırakmıştı ardında. Güya yıldızlar bir sicime geçirilmiş gibi görünüyordu. Bulutlarsa çizgilerin çevresine tutunmuştu; ne onlar hareket ediyordu, ne de "çizgiler". Gökyüzü yırtılmışa benziyordu ve de kesin bir hamleyle. Kalan izlerise, kazınan devasa geçidin ortasında iyice sıklaşıyor; yavaş yavaş açıklığın alçalan kısımına doğru sönüyordu.
       Bakışlarının iliştiği yere, ayakları yürümeye başladı. Gözlerini kırpmaya bile cüret edemiyordu. Bu huzursuzluktan uzaklaşma ümidi ise esrarengiz izler gibi, açıklığın seyrinde kaybolmuştu.

                                                                                                                                                      Hikaye Birahanesi

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Duvar

Bir Baltaya Sap Olmak

Dik... Kıymık