Kayıtlar

2018 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Vakit 0300



    Küçük odanın yatsıda bulduğu huzur, ince çöpün paket kâğıdına sürtünmesiyle kesiliyordu. Elleri yorulmuş, ardı ardına çıkardığı kibritler etrafa saçılmıştı. Sonunda paketi elinden fırlatıp kendini yatağın üzerine bıraktı.
    
    Üzerini değişmesi gerekiyordu, el kitabından çıkardığı notları da incelemeliydi; güneş batmıştı, ama hâlen yemekte yememişti.
“Yemek çıkaran taverna kalmış mıdır, bu saate?” şeklinde bir soru sarf etti, kendi kendine. Cevabını duvardan seken sessizlik verince, derin bir de iç çekti üzerine.

   Doğrulup kibrit kutusunu tekrar eline aldı; oldukça dikkatli şekilde çöpün mavi ucunu kâğıda yasladı ve sert bir hamle sonunda çöp alev aldı.  Ağzından bir dizi  “Sonunda, hay …” kaçtıktan sonra yaktığı mumlarla birlikte, odanın beyaz duvarları sıcak bir sarıya dönüştü. Kibriti sallayıp kilden bir çömleğin içine bıraktı.

   Üniformasını çıkarırken; heyecanın, kibrit yakamayacak kadar kafasına işlediğini sorgulamadan edemedi. Haklı sayılırdı bir hafta kalmıştı ve sonunda… Ona yetişmişti; yani mülakattan sonra, resmen yetişmiş olacaktı. Bu heyecanı mülakata hazır olmadığı için de pek değildi, çünkü hazırdı. Şu an kapıyı yere indirip, sahaya çıkarsalar; her ne kadar anadan doğmaya yakın olsa bile, bunun terfii almasına engel olamayacağı kadar hazırdı. Sadece, rahatsız hissediyordu…

   İçinde döndürdüğü monoloğunu karnı yarıda kesti. Midesi kazınıyordu.“Öğlen tayınını alsaydım keşke.” diye homurdandı. Yemek çıkaran bir yer bulmak istiyorsa daha fazla oyalanmamalıydı. Üzerine sivil kıyafetini geçirdi, mumların üzerini kapatıp, yan yana koyduğu eldivenleri ile kılıcı aldı, aceleyle dışarı çıktı.

                                     ****************

   Sabah, uyandığında güneş çoktan gökte ki yerini almıştı. Pencereden giren ışık; ıssız denebilecek odayı, sertçe aydınlatıyordu. Camın önüne yerleştirilmiş korkuluğun şeklini, uzunca işliyordu duvarlara.
   
   Birkaç kere yatağında döndükten sonra, tekrar uykuya dalmanın boş bir düş olduğunu anladı. Üşengeç bir halde doğruldu yatağından. Normalde bu kadar derin uyumazdı, daha doğrusu bu kadar uyumaya vakti olan, çok az kişi vardı Maria’nın içinde ve kendisi kesinlikle onlardan biri değildi. Bu lüks, takımların devriye değişimiyle birlikte gelen iki günlük izninin eşantiyonuydu. Biraz daha kullanmayı çok isterdi ancak; “bir uyandı mı bir daha uyuyamama” denilen, usta alşimistlerin bile çözemediğine inanılan, efsanevi bir lanete sahipti…

   Bunun düşüncesiyle gülümsedi fakat neşesi yerini hızlıca öfkeye bıraktı. Bu espriyi, o yapardı… Bazı geceler sesten uyanırdı. Onu ya kâğıtlarla uğraşırken ya da bahçedeki çalıların üzerinde manevra çalışırken bulurdu. Tabi, haliyle gecenin üçünde, neden evin ortası yazı atölyesine dönmüş diye mi sorarsın; yoksa neden arka bahçeden cambazlık sesleri yükseliyor diye mi? Gerçi fark etmez, sorduğunda hep bu cevabı verirdi.

    Ani bir hışımla üzerindeki örtüyü kenara attı. Odanın kenarında bulunan kovadan bir avuç suyu yüzüne çarptı. Yanaklarının hissiyatını kaybedecek kadar derin uyumuştu. Hafifçe yüzünü tokatladıktan sonra iyice gerindi, hızlıca üzerine bir şeyler geçirdi. Dün, geri döndüğü gibi yattığından, çıkardığı notları gözden geçirmeye vakti kalmamıştı. Üniformasının ceplerini aramaya başladı; sonunda iç cebinden küçük, siyah bir blok çıkardı.

Ha, işte.” dedi nefesinin altından.
   
     Az çabayla bloğu ortadan ikiye ayırdığında; özenle yerleştirilmiş bronz renkli iki parça, gözleri önüne serildi. Üçgene benzeyeni masanın üzerine yerleştirdi. Konmasıyla beraber masadan parçaya uzanan turuncu renkli hatlar belirdi. Bunu görünce, komut verdi.

Alanı Yarukelümen; Axi éki,Yatsı üç

Biri masaya paralel, biri dik; iki şeffaf tablet belirginleşti. Silindiri andıran diğer parçayı kalem tutarcasına eline aldı, tahta tabureyi çekip masanın önüne oturdu. Dik olan tableti eliyle sağına, masanın hemen üzerinde bulunanı ise soluna yaklaştırdı. İlk tablete ayar yaparcasına dokunduğunda, paralel plakadan bir şehrin sokaklarını andıran simgeler yükseldi.
   
     Derin bir nefes aldı, kollarını bir kez daha gerip çalışmaya başladı.
                                                              
                                     ****************
   
    Odanın içine sinen sessizliği, tahta kapıdan gelen tıklama sesleri bozdu. Gözlerini tabletten ayırıp, avuç dışıyla ovuşturdu. Duvarların rengine bakılırsa, güneş neredeyse batmak üzereydi; bu saate, kapısında kimin, ne işi olacaktı?

“Geliyorum!” diye bağırdı.

Yavaşça tabureden kalktı, uzun süredir oturduğundan bacaklarını hissetmekte zorlanıyordu. Aynı yavaşlıkta kapıya yöneldi, sürgüsünü çekip kapıyı açtı. Kulakları çınlatan bir “Hazır Ol!” emri onu karşıladı. İstemsiz bir panik içinde omuzlarını dikip boynunu kaldırdı, elini sertçe göğsüne çarptı, “Emir Edin!”.
   
    Birkaç saniye için heykeli andıran gerginliği, ona kulaktan kulağa sırıtan, pişkin bir yüzün varlığı ile eridi. ”Aferin evladım! İzninde bile… Helal olsun vallahi!”, adamın sözlerinden kinaye akıyordu. İstemeden gözlerini devirdi “Sana da merhaba, İrkin”. İrkin halen gülümseyerek “ Abiye, ne oldu?” diye sordu. Hırsla karışık bir alaycılıkla “Böyle yapınca diyesim gelmiyor.”. İrkin boynunu içeri uzattı gözü masanın üzerindeki istasyona takıldı, “Anladım… Gerginiz.” şeklinde fısıldadı ve devam etti “Hadi yemek yiyelim oğlum, etleri tükenmeden önce bulabiliriz bi yer.”. İrkin’ in bu lafı üzerine dönüp odasına baktı; uyandığından beri çalışıyordu, sanırsa yemek yemeğe çıkması sorun olmazdı. Masanın üzerindeki parçaları, hızlıca siyah bloğun içine soktu; üniformasının ceketiyle kılıcını eline aldı, “ Hadi” dedi. İrkin sokağa uzanan merdivenlere yöneldi. Kendisi de kapıya asma kilidi geçirip yanına katıldı.
   
    Ara sokaklardan çıkıp İkinci yolun üzerine çıktılar. İrkin sessizliği bozdu “Yok mu, bir hal hatır sormak?”. “Var da, ben de açım, bi yere oturunca soruşuruz, karneye bağlı değil ya muhabbet .”.İrkin gülümsedi, yavaşça sırtını sıvazladı.
   
    Adımları sonunda onları hanlar sokağına taşıdı, daha varır varmaz güçlü bir maya kokusu ile süslenen kalabalığın bağrışmaları insanı karşılıyor, hatta tokatlıyor denebilirdi. Çatıdan çatıya asılmış büyük gaz lambaları, akşam güneşine üstünlük kurarcasına sallanıyordu sakince. Türlü türlü renkli tabelalar seçiliyordu, daha en başından ta ki sokağın sonuna kadar. Nereden bakılsa Maria’nın en iç açıcı yeri olabilirdi, belki de bu kadar tıklım tıklım olmasa…
      
    Sıradan başladılar, birkaç hanı ve tavernayı soruşturmaya. Çoğunda et bitmiş, tavuk servisine başlanmıştı. Birinde ise “balık günü” yapılıyordu, kısaca malzeme sağlayan tüccarları teslimat gününü geciktirmişti. İkinci Yol için çokta şaşılır bir manzara sayılmazdı bu. Maria’nın bu bölümü ya alşimiyle ya da balıkçılıkla geçinirdi; fakat tezatlığa ironi kırmak şeklinde de kırmızı et, her zaman balıktan daha revaçtaydı. Belki, balıkçılara balık yemekten gına gelmiş olmasından kaynaklıydı sadece.
     
    Birkaçına daha gir-çık yapmalarının ardından; gitgide, sokağın sonuna yaklaştıklarını anladılar. “ Ne değerli etmiş, be arkadaş.” diye şikâyet etti İrkin; eliyle bir sonraki tavernayı işaret etti, “Gel, bide şuna soralım.”. “Tabi...” yanıtını vermesine denk gözü mor ile bezenmiş tabelaya ilişti: “Avian Bertheş”. Konuşmasına fırsat kalmadan İrkin araya girdi “ Mor tabelalıysa kesin vardır.”. Eliyle “hadi” şeklinde işaret etti İrkine doğru, o da sırıtarak yanıtladı bu mimiği. Nihayetinde tavernanın kapısını araladıklarında, muhteşem bir koku çarptı suratlarına. İkisi de başka bir yanıt aramaya gerek olmadığı kanaatine varıp, hızlıca boş buldukları bir masaya oturdular.
    
                                     ****************
    
     Karınları iyice doymuş, ağızlarında da ekşi mayanın kokusunu gezer halde buldular kendilerini. “Bugün Grup toplantısındaydım”, elinde ki içki dolu kabı kafasına dikerek, kendi lafını kesti İrkin.

Bu aradan faydalı, “Nasıl yani? Bütün takımca izinli değil miydik?”

Boş bardağı masaya vurup uzunca bir nefes verdi, “ Takım Komutanlarını çağırdılar abicim.”

“Ben de ikincil komutanım, en azından bir haberim olmaz mıydı?”

“İşte şimdi oldu, komutan muavini” diyerek gülmeye başladı. Buna biraz gücenmek istese de içi 
elvermedi, “Bir haftası kaldı sonra, görüşürüz “ dedi sadece.

İrkin yavaşça sakinleşti. Başıyla onaylayarak “Haklısın, görüşelim…”, gözlerinde uzak bir anı seçiliyor gibiydi. Fazla beklemeden ekledi, “ Önemli bir şey konuşulmadı zaten, ikincil kumandaya aktarılacak kadar.”

“Öyle diyorsan…” deyip kendi kabını başına dikti. Bardağı yerine koyduğuna, “Yarasın kardeşime. İçer miyiz birer tane daha ?” şeklinde sordu, aslında kendi içmek isteyen İrkin. O da başıyla onayladı sakince.
    
    Tesadüfün bu kadarı ki, bir garson elinde iki tas ile bitiverdi yanlarında. Bardakları önlerine koyarken kendi bardağının altına katlanmış bir peçete iliştirdi. Arkasında ki boş bir masayı işaret ederek orada oturan kadının ikramı olduğunu belirtti. Haliyle, masanın üzerinde yeller estiğini kendi de fark edince bir an duraksadı; ancak bozuntuya vermeye kalmadan yanlarından uzaklaştı. Belli ki kendi gibi İrkin de bu durumdan şüphelenmişti.
Sesinin altından “Bak bakalım peçete de ne yazıyor?”
Peçeteyi aldı masanın altında açtı, “Cebine Bak.” şeklinde mırıldandı kendi kendine. Ardından İrkin’ in cevap bekleyen bakışları altında ceketinin cebini yoklamaya koyuldu. Anahtar, istasyon, cüzdan, birde… Kâğıt mı?  Bu sefer kâğıdı çıkarıp masanın altına götürdü, açtı; ağzını da açacaktı, ancak son anda durdu. ..

“Ablanız hakkında sormak istedikleriniz olduğunu sanıyorum. Lütfen belirttiğim sokakları kullanarak benimle vakit 0300 de buluşun. Bu randevumuzun, önünüzdeki arkadaşınız başta olmak üzere, kimseyle bahsi geçmemesi gerektiğini belirtmek isterim; eğer geçer ise haberimiz olacağından, şüphe etmeyiniz. Seçim sizin… Talay Bey”
     
    “Bu isim, Talay mı? Bu isimle ona hitap eden… Bu gerçek mi? Nasıl… Daha doğrusu, kim; kim bilebilir ki bu ismi?” şeklinde başlayan düşüncelerini, İrkin’ in sabırsız sesi kesti “Ee, Ne yazıyor?”. Gözünün içine baksa da bunu İrkin’ e söylemesinin mümkün olmadığı netti. Bu sefer, sadece olmazdı… Kâğıdı sakince katladı, blöfünü yutmasını umarak, “Bunlar el kitabından kopardığım notlarım. Herhalde, bizi birileriyle karıştırdı.” deyip; hiç üslubunu bozmadan, kâğıdı katlayıp iç cebine yerleştirdi.
      
    İrkin bir süre sessizce ona baktı, sert bir sesle “Emin misin, Bel?” dedi, gün boyu sesinde dolanan esprili havadan eser yoktu. Hiç ödün vermeden sakince kafasını salladı Bel. İkisi de bir süre konuşmadı. İrkin derin bir nefes alarak “Tamam, madem…”, esprili bir sesle devam etti “Hata ya da değil, arpaların boşa gitmesine izin veremeyiz değil mi?” diye sordu. Tanıdık gelen bu sorunun üzerine Bel de biraz rahatladı. İrkin’ e, blöfünü yutturmuş olmasına imkân olmadığının farkındaydı; zaten onu neşelendirmek için geldiği belliydi, sanırsa üzerine gitmek istemiyordu. Bunu işine karışmayacağının güvencesi olarak aldı ve ağzına kadar dolu kaba uzandı. Abartılı bir sesle “Tabi!” şeklinde belirtti.
       
    Bir süre sonra tavernadan kalktılar. Vedalaşıp kendi evlerinin yollarını tuttular.
       
    Bel, odasına girdiği gibi perdeyi çekti, mumları yakıp masanın başına geçti. Notu çıkarıp tekrar okudu. Tavernada okuduklarından başka, sayfanın altında, bir dizi sokak ismi yazılı duruyordu. Hemen istasyon bloğunu çıkardı, tekrar iki tableti kurdu. Bir süre sonra paralel plakadan şehri andıran simgeler yükseldi. Sırayla sokakların isimlerini karşılaştırmaya başladı. Görünen o ki, esrarengiz kadının gelmesini istediği yer, İkinci Yol’ un öbür ucunda alakasız bir mekânda gibi gözüküyordu…
       
    “Tavernayı bırak da, ceketin içine kim koydu ki?” diye mırıldandı ayağını yere vurarak. Tabure de bir süre hareketsiz oturdu. Derince bir nefes verdi ardından. Sanırsa bunun cevabını orada karşılaşacağı kişiden alabilirdi; tabi bir kişi olmasını beklemiyordu, ama… Kaç yıl olmuştu… Sekiz mi… Yedi mi… Başını ellerinin arasına alarak tekrar iç çekti. Bu alması gereken bir riskti, en azından içinde ki rahatsızlıktan kurtulması için. Yavaşça tabureden doğrulup kılıcı eline aldı, yatağının kenarında duran bileme taşına uzandı.
      
    İstasyonun saati 0130’u gösteriyordu.      

                                                                                                                                                                Hikaye Birahanesi

Sıfır Günlüğü: Elçi -I-


    "Nereye gideceğini biliyor musun?" dedi nazik bir ses.
    "Hayır."
    "Ne yapacağını biliyor musun pekalasında?" 
    "Sanırım... Evet diyebileceğim kadar da hayır diyebilirim." 
    "Bilmiyorum demek için ilginç bir yol." iğneledi sesine yakışır bir alaycılıkla.
     Aslında havada asılı olan tedirginliği anlamak için deha olamaya pek gerek yoktu ancak bu noktada söylenecek pek bir şeyleri de kalmamıştı. Bir gülümseme takas ettiler birbirlerine.
     Ardından düş aleminin iplikleri kopmaya başladı zihninden, gerçekliğin halatı onu bedenine geri çekti. Gözlerini tekrar açtı yavaşça. Normalde oldukça huzurlu bulacağı bir sahne dönüyordu gözlerinin önünde. Güneş batmayayazmış; gök, ucundan kırmızı mor seçiliyor, fakat gelen ışıktan sarı kesilmiş meşe yaprakları bulutların görünmesini engelliyordu. Tabi ağaca saplanmış bir kama da cabası...
     Mayışmış gözleri, fal taşı gibi, sonuna kadar açıldı önce; sonrasını beklemeye kalmadan ayağa kalktı, sırtını ağacın gövdesine yapıştırdı. Seyrek meşelerin uzun gölgelerini gözlemeye başladı. Açıklığa baktıkça daha sert yaslanıyor, nefesi hızlanıyordu. Oradan buraya fır dönen gözleri, önünde bir şey olmadığına emin olmamıştı ki, hızlı bir hareketle ağacın arkasına göz atmaya girişti. Huzursuz tenhalık dışında eline bir şey geçmedi, yine de bir süre ileri geri yürümeye devam etti.
     Ürkek voltaları bacaklarını yorduğunda, adımları onu yerdeki kan izlerinin önüne götürdü. İçini panik sarsa da kısa sürede kendini meraka bıraktı. Yaklaşık yirmi dakikadır ağacın sol hizasında bir çizgide yürümekteydi. Adım attığında bacağının parça pinçik hale geldiğini  hissetmek yerine... Hiç bir şey hissediyordu. Yırtılmış paçasını sıyırdığında, bacağının hali gerçekte merakını doğrular nitelikte bir görüntü sundu. Derin yarık kaybolmuştu; ne bir sızı, ne bir kan lekesi, yaranın izi bile çok seçilir değildi. Paçasının ne halde olduğunu görmese, hiç yaralanmadığına ikna edebilirdi kendini. Tabi bide buraya kendini atarken geride bıraktığı kan izleri de vardı. O zaman bu... Yani... Herâlde kendini öldürmek isteyen o şey, bunu yapmadıysa... Ağaca düştü cevap arayan gözleri, ışıldayan simgeler görünürde yoktu; ancak, sıkışmış "bıçağın" sırtında bir çanta asılı duruyordu.
     Çantaya eli dokunur oldu ki bıçak yerinden çıkıp çimlerin üzerine düştü. İrkildi, bir kere daha çevresine baktı tatminsizce; meşenin uzun sık yaprakları dışında hareket eden bir şey yoktu sessiz açıklık boyunca. Eğilip düşenleri aldı, incelemeye başladı. "Bıçak", bıçak denemeyecek kadar uzunca idi, belki de bu yüzden çektiğinde çıkaramamıştı. Tümüyle çelikten daha parlak, gümüş renkli bir metalden yapılmaydı. Üzerinde bir çizik bile yoktu ancak gözü yormayan birkaç işleme ile süslenmişti taşlamaları. Sapına tutmak için beyaz bir de kumaş dolanmıştı. Çanta ise daha alışıldık bir görünümdeydi. Meşinden yapılma ve oldukça sert. Ön yüzünün kenarına doğru turkuaz renkli atlastan kalın bir şerit geçilmişti. Kenarları ise, tutarlı şekilde, sertçe keçe gibi bir kumaşla kaynaştırılmıştı. Hâliyle çantanın içine de bakmaya başladı. Bıçağın kendine yakışır sadelikte toprak rengi bir kın, eski görünümlü turkuaz-kahve bir matara...İçinde de nahoş kokulu bir içki ki içmeye cesaret edemedi. Sonunda da ketenden yapılma, boş, küçük bir bohça çıktı çantadan.
     Kını kemerinin arkasına iliştirdi. Bıçağı yavaşça yerine yerleştirdi. Çantayı ise daha da yavaşça kapattı... Çevresinde parmağını tam basamadığı bir tuhaflık vardı. Ayıldığından beri de oradaydı. Tabi iki kere ölümden dönüp, sihirli bir şekilde ölümcül düzeyde kan kaybından kurtulmuş olması veya ne kadar zamanadır güneşin batmamasıyla beslenen paranoyası ile her şey açıklanabilirdi fakat... Bu, içine terör salan soğuk bir his değildi; hatta onu tehdit etmeye niyeti olan bir şeyin varlığından bile söz edemiyordu. Sadece... sanki olmaması gereken bir şey olmuştu. Sanki... Sanki bir deprem sonrası, yıkık şehrin sokaklarında gezmek; toprağına kadar kavrulmuş bir ormanda yürümek gibiydi. İzole ediyordu insanı zamandan; günler geceler geçse bile, zayıflığının güçlü varlığı hiç geçmeyecekçesine... Nasıl bir saat sonra aynı ise bir asırda da aynı kalacakçasına. Kafası iyice ağırlaştı bu düşüncelerle, bariz şekilde buradan ayrılmak istiyordu. Bu sürede o şey, ona saldırmamıştı; sanırım şimdilik güvende olduğunu var sayabilirdi. 
      Meşeden uzaklaşmadan önce bıçağı ile bir çarpı attı gövdesine, belki yazılar onu bir daha kurtarabilirdi... Sonunda değişmemeye inat eden gün batımına doğru yürümeye başladı. Çimler sarı kesilmişti. Gölgelerin boyu değişmemişti. Gök kırmızı,mor ve sarı arasında gidip gelmekten sıkılmamıştı ama o buradan yeterince sıkılmıştı. Yaprakların koruyucu örtüsünden çıkınca resmin eksik kısmı gözleri önüne serildi. Bulutlara bir şey olmuştu, daha doğrusu içinden bir şey geçmiş denebilirdi. Oldukça da şiddetli bir şekilde yol almıştı anlaşılan. İzlediği rota boyunca çevresine saçılmış, parlak, kesikli çizgiler bırakmıştı ardında. Güya yıldızlar bir sicime geçirilmiş gibi görünüyordu. Bulutlarsa çizgilerin çevresine tutunmuştu; ne onlar hareket ediyordu, ne de "çizgiler". Gökyüzü yırtılmışa benziyordu ve de kesin bir hamleyle. Kalan izlerise, kazınan devasa geçidin ortasında iyice sıklaşıyor; yavaş yavaş açıklığın alçalan kısımına doğru sönüyordu.
       Bakışlarının iliştiği yere, ayakları yürümeye başladı. Gözlerini kırpmaya bile cüret edemiyordu. Bu huzursuzluktan uzaklaşma ümidi ise esrarengiz izler gibi, açıklığın seyrinde kaybolmuştu.

                                                                                                                                                      Hikaye Birahanesi

Taş İzi


Uzak diyarların birinde
Eğer unutulduysa ismim bugün,
Hatırlanacağı yoksa bıraktığım hiçliğin,
Yıkın adıma dikilen taşı
Hiçliğimde gidecektir ardından.
Ben unutmadan unutulacaksam eğer,
Yırtın anılarınızı,
Yakın hatıralarınızı,
Beyaz boşluk kalasıya,
Taşın izi kaybolasıya kadar.

Sözlerime karışan her kelime,
Daha içli söylenmişse eğer binlerce kere,
Anlamı olacağı yoksa bir daha söylenir ise;
Karalayın varlığımın üzerini,
Sözcüklerimde bulanacaktır siyaha.
Vaktiyle yaşadığım hayatın
Her anında yaptığım beyanlarım,
Bir şımarık çocuğun
Umutsuz çırpınışına benziyorsa eğer;
Bitirin beni, beyanlarımda bitecektir benimle.

Ben sustum diye susacaksanız eğer;
Konuştuğumda konuşmayacaksanız bir daha,
Tanıştırmayın kendinizi tekrar.
Ne hayatınızı,
Ne ailenizi,
Ne arkadaşlarınızı,
Ne derdinizi,
Ne ölümünüzü,
Ne doğumunuzu,
Alın hepsini; 
Alın benden, olmamış bilgilerinizi.
Ben de tanıştırmam kendimi bir daha.

Bedenime ruh üfleyen tanrı halen izliyorsa sizi,
Ancak konuşmak istemiyorsa siz ile,
Küsmüş sanıyorsanız nedensizce;
Yaşayın hayatınızı en aynı şekilde,
En boş şekilde.
Bırakacaktır umutlarınız yakanızı.
En karasında alın bir makası,
Parçalayın yakanızı, 
Düşürün dikilen tüm kumaşları.
Kalmayacaktır böylece ,
Elle tutulacak birşeyiniz geride.

Artık sinirlenmekten sinirleniyor,
Korkmaktan korkup,
Yorulmaktan yorulmuşsanız;
Ne üç çeyreğe bir aspirin,
Ne çekip kurtulacak bir dişin,
Sonuçta:
Silinecektir sizliğiniz,
Gidecektir hiçliğiniz,
Bitecektir sıradanlığınız,
Karalanacaktır sözleriniz,
Düşecektir yakalarınız,
Taşınızıda küskün tanrı yıkacaktır zamanla.

Hikaye Birahanesi