Sıfır Günlüğü: Olanaksız
Durgun bir deniz, rüzgar da hafif haliyle; küçük bir kayık üzerinde tıngır mıngır gidiyordum can havliyle.Ne zaman karaya vurdum da bir ormanın içine savruldum bilinmez.Boy boy türlü türlü ağaç, ne kış ormanı ne yaz ormanı; nerede olduğunu anlamakta pek olanaksız. Aydınlık desen değil karanlık desen değil, ışıklar parlıyor gölgelerin içinde ;soluk bir mavi-yeşil arası gidip geliyor hüzmeleri hafifçe. Belli ki çok hayatı yutmuş orman varlığı boyunca, belki de ondan böyle siyaha bürünmüş yas tutarcasına.Üç adım öteni göremiyorken gideceğin yolu seçebilmek hayret verici ama eminim yakınım artık o hayırsız yere.
Gittikçe daha da derinlere, denizin sesi soldu yavaşça; bıraktı kendini derin bir sessizliğe.Ne bir uğultu, ne bir inilti sadece ayaklarımın altında ki toprağın sesi...Ara sıra yapraklar karışıyor adımlarıma,belli ki yeni düşürmüş ağaçlar çatlamıyorlar basınca.Ağacın yaş yaprak düşürdüğünü duymadım ömrümde ,bir hayvan da gelmez bu kadar derinlere...Biraz kifayetsizimdir ancak ya bir koparan geçmiş buradan zamanında yada daha da yakınım artık o hayırsız yere.
Birden bir rüzgar aldı başını beraberinde de şapkamı,balık istifi gibi ağaçların neresinden esebilirki öyle bir yel merak ederim, ormanın nefesidir belki de.Üzülmem aslında o kadar, uçan şapkam bir armağan olmasa; ama dönüp aramak şansım çok yok ;en azından son bir kez yakaladım gözümün ucuyla, hatırası kalır artık ben unutunasıya...Doğrusu artık mühim değil çünkü sonunda vardım artık o hayırsız yere.
Birkaç uzunca çalının ardında kendimi gördüm bir anda,büyük aynanın içinde bana bakıyordum öylece.Adım atınca çalıdan ileri, kaldım bir banktan beri; ayna dalgalanınca hafiften sonunda gözlerimi ayırabildim 'benden'.Bakınca çevreye şöyle bi, bulmadım aynanın çerçevesini; ortasında süzüldüğü açıklıktan gayrı değmiyordu bir şeye.
Az bir çabayla vardım aynanın yanına, yavaşça dokununca; bir şey de ürkekçe değdi bana. 'Ben' değdi bana, ürkekçe.Şimdi ben onun, o da benim karşımda; oturduk eskimiş banka.Diplerinde bitmiş güller bir ak bir kara...Sonunda buldum kurdun ve tilkinin günahını, artık geldi 'benzeri olan hapishanedeki sahteyi' bitirmenin zamanı.Küçük cebimden çıkardım bir gümüş silah,dört siyah misket.O da çıkardı aynını.Diğerinden çıkardım biraz barut.O da çıkardı.Göz kararı,el ölçüsü doldurdum yirmilik kadar.O da doldurdu.Doğrultum silahı ona , oda bana...
İlk el,yirmilikle ateş aldı silah; tam aynanın ortasına.Teması anında şiddetle dalgalandı ayna, benim misket halen aynı yerinde onun ki ile buluştular aynanın dik ekseninde.İkimiz de bekliyoruz haliyle,oynamıyor misketler yerinden yapıştılar birbirlerine, ortalarında ki ayna dalgalanmayı kestiği halde.Madem öyle bir daha doldurduk karşılıklı, otuzluk bu sefer, tezlikle ateş aldı namlular.Sonuç aynı, misket asılı...Son çare bu sefer kırklık doldurduk,çektik tetiği bir daha ; silahı parçalayacak kadar ateş aldı ilkin ,ardından kapkara bir duman saldı görüşümü kapatan.Dağılınca sisi barutun, karşılıklı bakıştık tekrar; ne yazık, manzara tanıdık, misketler buluşmuş ortada.
Hal böyle ama gelemiyorum şöyle; ha yirmilik ha değil dibinde barut kaldı elimde.Anlaşılıyor ki misketler ne ona ulaşıyor ne de aynayı kırabiliyor.Tilkinin günahı engelliyor her şeyi. Tek yol kaldı elimde...İstiğfarın tek yolu onun sonu ise,yükledik kalanı silahın içine, son misketi koyduk yerine ;bakarken birbirimize,doğrulttuk silahı kendimize.Olacak benim ki onun finali, onun ki benim...
Sıcak namlu yaktı tenimi, onunkini de eminim.Ateş aldı bir daha silah, bu sefer tam kafama.Bir ağrı saplandı başıma, iyice derine; yavaşça yığıldık berideki bankın üzerine, gözlerim kararmadan önce gördüm bir tane...Kuyruk, sarı kuyruk gördüm bir tane...
Gün??
Hikaye Birahanesi
Yorumlar
Yorum Gönder