Kimse

   Cayır, cayır yanıyordu. Yeşil olan her şey küle dönüyordu. Zaten kahverengi olan koca kütükler çatırdıyor, sanki üzerilerinde küçük volkanlar patlıyormuş gibi yarılıyordu gövdeler. Hava kararıyordu. Gündüz mü gece mi belli değil; ciğerlerinizi tıkayacak, nefes aldığınıza bin pişman ettirecek simsiyah bir duman kaplıyordu ormanın içini. Tüm renklerini geri alıyordu doğa ana bu şekilde; yapraklarını toza, toza bulayamadığını kömüre dönüştürüyor onu da yapamazsa kara dumanlarıyla örtüyordu üzerini. Yeşili, sarısı, mavisi, moru, beyazı ömr-ü hayatlarında görmedikleri kadar parlak parlayıp bitiveriyordu oracıkta. Dumanı son kez kor olmuş şekliyle aydınlatıp, seçilemez karanlığın içine kaybolup gidiyorlardı goncalar, güller, papatyalar. Orman bitirecekti kendini bu sefer; yaktıkça yakıyor, kilometrelerce uzaklarına kadar eriştirmek istiyordu ateşlerini. Hava bitsin ,yakacak tükensin umrunda değil. Sanki boşluğa bıraksanız onu da yakacak kadar kızgın görünüyordu alevler. Zamanında hayat üzerine hayat veren; ağacın yeşillerini, kütüklerini kahvesini, menekşelerinin morunu ayrı ayrı koruyan ormanın öfkesi hayret vericiydi…

   Hal böyle iken zamanında güldür gürül akan suların yanında yaşayanlar canlarını kurtarmak için kaçıyorlar. Eğer kaçmazlarsa orman kovuyordu onları. Ateşe veriyordu bir parçasını daha, kolaydı artık orman için yeşillerini yakmak; mor menekşelerinin üzerindeki korları gördükten sonra. Varsa söndürecek kadar suyu olan gelsin söndürsündü onun için artık. Öyle girip bir karış çimen üzerine papatya çıkarmakla olmuyordu. Sularının yanında yaşayanlar ona 4 kova su ayırınca olmuyordu. Ağaçlarından kuru dalları koparıp yeşil çimlerin üzerinde yakmak olmuyordu. Menekşelerini koparıp bir kitap arasında kurutarak olmuyordu. Koca koca binalarıyla sularının rengini bozmakla olmuyordu. Fidanların daha yaşken sökülmesi olmuyordu, olmuyordu işte. Onu söndürmüyordu bunlardan sonra atılan 4 kova su. Bitirmiyordu doğa ananın ormana, ormanın renklerine öfkesini. O zaman yakacaktı, yandığından bir haber olana kadar; kül edecekti gövdelerini, parçalayacaktı bütün güzelliklerini, zaten başka orman yok mu ki? Onun suyunda yaşayanlar başka dereler bulamayacaklar mıydı? Bütün bu yakarışlar, su atışlar, söndürmeye çalışmalar, hep başka bir yer bulana kadardı. Hele bi bulsunlar ondan sonra ancak çıkan dumanlara, kül olan yerlere bakarak “üzücü.” demek olacaktı tüm yapacakları. Kim gelip bir fidan dikerdi ki, kim beklerdi ki
çimenlerinin tekrar çıkışını, kim koyardı boynu bükük menekşelerin yanına yenilerini. Kim bekleyecek? Kim tekrar gelip konacaktı sularına? Bir kere alevleri gördükten, tenini yaktıktan sonra kim?


   Ama orman biliyordu cevabı aslında. Evet… Biliyordu orman… Gündüzün geceye geçerken batırdığı güneş değil, onun yerine zorla çıkan ay da değil, onu göremeyen uzaktaki yıldızlar da değil… Ne sularında yaşayanlar ne de koruduğu menekşeleri değil… Cevap… Kimseydi. Kimseydi yanan bir ormanı söndürecek, fidan dikip, çiçek koyacak, sularında çimler çıkartacak. Kimseydi yangın sönene kadar bekleyip, köz köz toprağında yatacak. Kimseydi onun bu çağ yangınını söndürecek… Onun bu ateşi ancak kendi bitince sönecekti… Orman “Kimse” olunca sönecekti. “Kimse” olunca ancak…


                                                                                                                     Hikaye Birahanesi

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Duvar

Bir Baltaya Sap Olmak

Dik... Kıymık