Kayıtlar

2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Yıl Sonu Şiiri


Bir yıl önce esmeye başlayan rüzgar, kesiliyor hafiften.
Artık dar sokaklarda ıslık kılığına büründüğü zamanları hatırlayan,
 Bir iki kişi kalıyor sadece.
Rüzgarın iki senedir estiğini bilen ise, unutuyor anılarını istemeden.   

Üç yıl önce başlayan yağmur, yatışıyor sessizce.
Küçük bir bahçenin üzerine çiseliyor bundan böyle;
Rüzgarın yeni, kendinin genç olduğu zamanları hatırlarken.
Aynı dört yıl önce, gökte yalnız olduğu anlarda ki gibi...

Beş yıldır havada gezinen bulutlar, ağlamayı kesiyorlar sakince.
Kıt kalan şimşekleri ellerinden kayıyor,
Bazısı saika olarak gözüküyor beriden.
Belli ki hâlâ altı yıl önce ki gibi naifler. 

Yedi yıl önce sökülen bank, hâlen alınmamış yerinden.
 Terk ettikleri kenarında, olanları izliyor ilgisizce.
Az bir rahatsızlık hissediyor,
Sekiz yıl önce oturağını kirlettikleri vakittekine benzeyen.

Dokuz yıl önce bankın önüne sinen çocuk,
Anlamsızca bakıyor alçalan basamaklara.
Diplerine attıkları boyalar düşüncelerine karışıyor.
Kaç yıldır orada dikildiğini bilemiyor ama.

On yıl önce banka oturan kız,
Yanındaki bir gölgeye bakıyor neşeyle.
Aklında, bulunduğu yerin nasıl bir anı olacağı geziyor;
Yıllar önceki hislerine, benzememesini umarken.

Bu kaybolan seneler içinde, bencilce yılgın çocuk,
Bencilce güçlü kıza bakıyor.
Kız ise yanında ki gölgeye.
Çocuk ne kızın hikayesini öğreniyor,
ne de bakışlarını alabiliyor üzerine.
Kız ise duygularını taşıyor başka şehirlere.
Yılların, günlerin, saatlerin, saniyesinde
Çocuk iniyor basamaklardan,
Kız gidiyor gölgesiyle.
Hafifçe esen yelin son demi,
getiriyor çocuğa isteği son haberi.
Artık sonunda, kimse hatırlamıyor burukça birbirini.

Hikaye Birahanesi

Tanık


     Çocuktum.

     Çocuktum ve Maria Geçidinin önüne serdikleri şehirde, ablam ile küçük bir evde yaşıyordum.O zamanlar yıkıntılar yoktu tabi yada her üç adımda bir "şu köşeden çıkan yaratıklar beni öldürecek mi?" diye de korkmazdık.Normal bir şehir vardı şu anki yıkının yerinde. Zengini ve fakiri bol karışıktı; taş yollar, devasa malikaneler yanında geçilmez ara sokaklar,yarım kalmış binalar kompozisyonu; hayatın her yolundan gelmiş birileri bulunurdu şehirde."Renkliydi" diyebiliriz. 
         
     Bizim mahalle ise ,tabi o da diyebilinirse, küçüktü; öyle şimdi ki gibi molozlardan adım atılmaz değildi ama kimse altın varaklı tavanlar atında da yaşamıyordu.İşte küçük iki katlı evimiz buradaydı.Üst katında biz yaşardık,alt katında ise ablam yaşında bir delikanlı. Mahallemizin yumak gibi sokaklarının batısına doğru bir de kule vardı. Maria'ya giden dört büyük yoldan birinin tam üstünde.Bir saat kulesi olacakmış ancak yarım bırakılmış ,tabi saati eksik. Tavanıda... Nedense geceleri hiç serseri çekmezdi ama.Muhtemelen kimse neden hala orada olduğunu bilmiyordu. Şehrin siluetinin içinde kısa ince bir çizgiydi çoğu için. "Gitmeye değmez."; birinci yol üzerinden görünmüyordu belki de...
           
     Benim zamanımın çoğu orada geçerdi.Hatta orada uyurdum bile; yatacak bir yerim olmadığından değil...Macera olsun diye. Dolayısıyla az da azar işitmedim, ama nafile ben geceyi illa orada geçirirdim.Şimdi düşündüm de çok ağrıtmışım ablamın başını...
            
     Bir de bi kız vardı... Bilirsiniz ya, çocukluk aşkı derler. Öyleydi ve maceranın da bir parçasıydı kendisi. Aslında tek arkadaşım oydu, onunki de bendim sanırım. Oraya onu görmeye giderdim, o da beni görmeye gelirdi. Yorgunluktan bayılacak kadar oynardık aramızda ,bağıra çağıra; kule de yüksekçe olduğundan bizim bağrışmalarımız çok gitmezdi sokağa yada giderdi de insanlar meyhaneden çıkmış sarhoşlar bağırıyor sanarda umursamıyor olabilirlerdi. "Günün sonunda" yarım kalmış çatıdan yıldızları izlerdik birlikte.Ardından uyurduk sarmaş dolaş. Naifçeydi, biraz "büyük" yetişkinleri taklit ederdik belki de ve saftı ama mutluydum...
                                                                 
                                 ***************
              
     Yine bir gece vakti evde değil, kulenin tepesinde oturuyordum. Havanın sıcak olduğunu hatırlıyorum; yazdı muhtemelen, oranın geceleri çok sıcak olur yazın. Fakat bu defa yalnızdım. Akşamdan beri bekliyordum fakat gümüş gözlü aşkımdan haber yok. Merak ettim haliyle, genelde akşam saatleri gelirdi; ama ne bir ses ne bir seda... Herhalde bugün gelemeyecekti yada sonunda ailesine yakalanmıştı. Ardı ardına kaç gündür geliyordu, haliyle yaz tabi iki çocuğun elinde sınırsız bir vakit...Üzülmüştüm, fakat biraz daha beklemek istedim nedense.O gelesiye kadar etrafa bakınmaya karar verdim:

Yarım yamalak taş duvarlar ortasında büyük bir dairesel boşluk,

Gıcırdayan yer tahtaları, 

Küçük bir ahşap dolap içinde de benim getirdiğim "çarşaf", onun getirdiği "yorgan", 

Dar çekmecelerde birkaç çuvaldız iğnesi, iki büyük bez, 4 çeşit iplik ;hepsi dibinde kalmış kalacak. Yeni bir şey yok evimizden aşırdıklarımız vardı. Canım iyice sıkıldı. Hava da sıcak hele gecesi daha da beter... Evime dönüp uyumaya karar verdim. Keşke vermeseydim.

Keşke...
                                                               
                                 ***************
               
     Uyandığımda hava yarım aydınlıktı. Akşam güneşi giriyordu pencereden. Hava ağırdı ama sıcaktan değil, puslu gibiydi neredeyse...Bir bağrışma duydum, gelen ses tanıdıktı:

"Ne yani, şimdi ölmeye mi gideceksin?"

"Ölmeyeceğim."

"Saçma davranıyorsun! Birbet geçidini aşan bir sürü, tanrı bilir ne olduklarını, bize doğru geliyor. Maria birliği harekete geçmeyecektir bunu sen de biliyorsun."

"Evet."

"Anlamıyor musun? Bu eski antiklerde okuduğumuz aptal efsanelerden biri değil; seni tek başına gördükleri anda lime lime edeceklerdir, şu gerzek kahramanlık fantezilerini bir kenara bırak artık!"

Sessizlik...

"Ne yapayım peki? Hı? Maria geçidini kapatacak kadar zamanları olmadıkları açık! Bir süre için bile olsa direnişle karşılaşırlarsa, en azından üçüncü yol üzerindeki tüm insanlarla birlikte Maria kapanabilir ayrıca Tunç Zırhlıların başındaki mahlukların beni ilgilendirmediğini biliyorsun, Birbet aşıldıktan sonra g*tünün üzerinde oturduklarına göre burayı ölüme terk ettikleri belli değil mi? Ben ölürsem en azından bu s*ktiğimin şehrindeki insanlar kurtulabilir, hem benim 'gerzek' fantezilerimden kurtulmuş olursun!"

Ani bir ses yükseldi...Azarlanırken hep bana atılacak diye korktuğum tokat başkasına gitmişti.

"..."

"..."

     Kapı aralandı, hemen ardından büyük bir şiddetle çarpıldı.Bir süre hiç ses gelmedi aşağıdan, yine de yerimden oynayamadığımı hatırlıyorum.Ses çıkartmaktan korkmuştum nedense.Sonrası merdiven basamaklarının gıcırtısı, ve kapımın hiç açılmadığı hızla açılışı izledi sessizliği, bu kadar büyük bir gürültüyle açılabildiğini bilmezdim...Daha da önemlisi ablamı, hiç bu kadar sinirli görmemiştim...Ağzını açtığında ağlayacağımdan emindim, çok ama çok emindim, ancak öyle olmadı:

"Zamansızlar... Birbeti aşmışlar..." dedi sakin bir sesle, titrerken...

"Çok yakın bir sürede burada olacaklar...Şimdi ablanı dinlemeni ve ablanı dinlemeni istiyorum...Geceleri hep kaçtığın saat kulesi var ya, oraya gideceksin; içeri girecek, sürgüyü çekeceksin, ardından o lanet dolabı devirecek ve ben gelene kadar sakın ama sakın oradan çıkmayacaksın!" dedi elini yüzüme koyarken...

"Anladın mı?"diye sordu bana bakarak...Beni bıraktığında "Git!" dedi. Ben de gittim... Koştum, hayatımda koşmadığım kadar hızlı koştum; kafam bomboş şekilde, aklımda koşmak dışında bir şey olmadan. Sonra vardım kuleye, dediği gibi yukarı çıktım, kapıyı açtım...
                                                       
                                 ***************
     
     Yerde biri vardı, tanıdığım biri vardı.Peki neden yerde tanıdığım biri vardı? Sırtı bana dönüktü.Yüzüne akşam güneşi vuruyordu. Sırtının gölgesine doğru uzanan, güneşin altında parlayan bir renk vardı, kırmızı bir renk...Göğsümde bir ağrı hissetmiştim.

"Hayır" diyebildim sadece sesim titreyerek.

Derin bir pençe izi bana, ben de ona bakıyordum. Gözümden bir yaş süzüldü, ardından bir tane daha, göğsümde bir acı hissetmiştim. Yanına koştum, gözleri halen açıktı...Bana baktı "Özür dilerim" dedi.Neden, özür diledi? Hayır özür dilememeliydi, hayır neden dileyebilirdi ki?.. Yaz mevsiminde bir çocuğun ne kabahati olmuş olabilirdi?

"Hayır" dedim hıçkırarak...

Zorlanarak bir nefes daha aldı, hafifçe şişti göğsü tekrar, "Abimi tanıyorsun..." dedi nefes verirken."Abimi bulmuştum..." dedi gri gözlerini kapatırken...Göğsü indi tümüyle.
                  
     Nefes alamadığımı hatırlıyorum, hiç bir şey yapamadım, sesim bile çıkmamıştı. Şimdi...İnsanlar böyle mi ölüyordu? Çocuklar da mı, böyle ölüyordu? O da mı böyle ölecekti? Hayır, o ölmüştü...O böyle ölmüştü! Onun yerine de ben ağlamıştım, ne yapsaydım bez mi bassaydım yarasına, çuvaldızla dikilir miydi pençe yarıkları? Ağabeyi mi? Ağabeyi kimdi, o dikebilirdi belki de. Ölünün yarası dikilirse ne olacaktı peki? Tabutu açık mı gömülecekti?..  
                 
     Bağırdım, sanırım... Bağıran ben miydim bilmiyorum ama bir ses vardı, yüksekti, benim sesimdi, benim boğazım acıyordu ama ben miydim bilmiyorum...Bir daha, bir daha, bir daha; sesim kısıldı ama kısılan benim sesim miydi bilmiyorum... Birkaç dakika için kainattaki bütün sesler kısıldı, sağır kaldım ancak yine ben bozamadım sessizliği, bir kükreyiş bozdu; boğuk, leş, kalleş bir kükreyiş... 
                  
     Arkamdaki koca delikten aşağı bakınca, akşam güneşinin altında, midemi kaldıran kapkara mahluklar gördüm, halka şeklinde dizilmişlerdi...O hayırsız p*ştların ortalarında hırpalanmış bir herif duruyordu. Çok seçilmiyordu hatta kendisi bile simsiyah kesilmişti neredeyse, hafif bir mavi, soluk bir de turuncu gözü alıyordu sadece...

"Abi...si..."

                                                           Hikaye Birahanesi

Çizik - Özdemir Asaf [Kıtalık#1]

Sıfır Günlüğü: Olanaksız


Durgun bir deniz, rüzgar da hafif haliyle; küçük bir kayık üzerinde tıngır mıngır gidiyordum can havliyle.Ne zaman karaya vurdum da bir ormanın içine savruldum bilinmez.Boy boy türlü türlü ağaç, ne kış ormanı ne yaz ormanı; nerede olduğunu anlamakta pek olanaksız. Aydınlık desen değil karanlık desen değil, ışıklar parlıyor gölgelerin içinde ;soluk bir mavi-yeşil arası gidip geliyor hüzmeleri hafifçe. Belli ki çok hayatı yutmuş orman varlığı boyunca, belki de ondan böyle siyaha bürünmüş yas tutarcasına.Üç adım öteni göremiyorken gideceğin yolu seçebilmek hayret verici ama eminim yakınım artık o hayırsız yere.

Gittikçe daha da derinlere, denizin sesi soldu yavaşça; bıraktı kendini derin bir sessizliğe.Ne bir uğultu, ne bir inilti sadece ayaklarımın altında ki toprağın sesi...Ara sıra yapraklar karışıyor adımlarıma,belli ki yeni düşürmüş ağaçlar çatlamıyorlar basınca.Ağacın yaş yaprak düşürdüğünü duymadım ömrümde ,bir hayvan da gelmez bu kadar derinlere...Biraz kifayetsizimdir ancak ya bir koparan geçmiş buradan zamanında yada daha da yakınım artık o hayırsız yere.

Birden bir rüzgar aldı başını beraberinde de şapkamı,balık istifi gibi ağaçların neresinden esebilirki öyle bir yel merak ederim, ormanın nefesidir belki de.Üzülmem aslında o kadar, uçan şapkam bir armağan olmasa; ama dönüp aramak şansım çok yok ;en azından son bir kez yakaladım gözümün ucuyla, hatırası kalır artık ben unutunasıya...Doğrusu artık mühim değil çünkü sonunda vardım artık o hayırsız yere.

Birkaç uzunca çalının ardında kendimi gördüm bir anda,büyük aynanın içinde bana bakıyordum öylece.Adım atınca çalıdan ileri, kaldım bir banktan beri; ayna dalgalanınca hafiften sonunda gözlerimi ayırabildim 'benden'.Bakınca çevreye şöyle  bi, bulmadım aynanın çerçevesini; ortasında süzüldüğü açıklıktan gayrı değmiyordu bir şeye.

Az bir çabayla vardım aynanın yanına, yavaşça dokununca; bir şey de ürkekçe değdi bana. 'Ben' değdi bana, ürkekçe.Şimdi ben onun, o da benim karşımda; oturduk eskimiş banka.Diplerinde bitmiş güller bir ak bir kara...Sonunda buldum kurdun ve tilkinin günahını, artık geldi 'benzeri olan hapishanedeki sahteyi' bitirmenin zamanı.Küçük cebimden çıkardım bir gümüş silah,dört siyah misket.O da çıkardı aynını.Diğerinden çıkardım biraz barut.O da çıkardı.Göz kararı,el ölçüsü doldurdum yirmilik kadar.O da doldurdu.Doğrultum silahı ona , oda bana...

İlk el,yirmilikle ateş aldı silah; tam aynanın ortasına.Teması anında şiddetle dalgalandı ayna, benim misket halen aynı yerinde onun ki ile buluştular aynanın dik ekseninde.İkimiz de bekliyoruz haliyle,oynamıyor misketler yerinden yapıştılar birbirlerine, ortalarında ki ayna dalgalanmayı kestiği halde.Madem öyle bir daha doldurduk karşılıklı, otuzluk bu sefer, tezlikle ateş aldı namlular.Sonuç aynı, misket asılı...Son çare bu sefer kırklık doldurduk,çektik tetiği bir daha ; silahı parçalayacak kadar ateş aldı ilkin ,ardından kapkara bir duman saldı görüşümü kapatan.Dağılınca sisi barutun, karşılıklı bakıştık tekrar; ne yazık, manzara tanıdık, misketler buluşmuş ortada.

Hal böyle ama gelemiyorum şöyle; ha yirmilik ha değil dibinde barut kaldı elimde.Anlaşılıyor ki misketler ne ona ulaşıyor ne de aynayı kırabiliyor.Tilkinin günahı engelliyor her şeyi. Tek yol kaldı elimde...İstiğfarın tek yolu onun sonu ise,yükledik kalanı silahın içine, son misketi koyduk yerine ;bakarken birbirimize,doğrulttuk silahı kendimize.Olacak benim ki onun finali, onun ki benim...

Sıcak namlu yaktı tenimi, onunkini de eminim.Ateş aldı bir daha silah, bu sefer tam kafama.Bir ağrı saplandı başıma, iyice derine; yavaşça yığıldık berideki bankın üzerine, gözlerim kararmadan önce gördüm bir tane...Kuyruk, sarı kuyruk gördüm bir tane...
                                                     
                                                                            Gün??
                          
                                                                    Hikaye Birahanesi           

960. Adım

956...

957...

958...

959...

960...

     "Tamam artık konuşabiliriz."dedi adam nefes nefese.Üzerinde yırtık bir gömlek atında da bir bacağı eksik eski bir pantalon vardı, ayakları çıplaktı ve sırtına eski bir fanilaya sarmış olduğu birşeyi yüklenmişti."960. adım çok önemli burada biraz dinlenmek lazım,yoksa 1183. adımda sağ ayak bileğimindeki Fibula kemiği ağrıyor sonra 1197. de ise 3.5 karıştan fazla genişlikte sol bacağımı öne atarsam sağımda ağrıyan fibula dengemi bozuyor sonra topuğumdaki calcaneusa baskı yapıyor sonra bir bakmışım ilium sakrum üzerine düşmüş ağrıdan kıçımı okşuyorum.Eğer böyle olursa 1379. adıma 3 dakika 48 saniye geç varırım ve hiç birimiz 1379. adıma geç varmak istemeyiz."dedi adam yere otururken.Sol eliyle arkasına bir şekilde iliştirdiği fanila-bohçaya uzandı, kucağına koydu.Sağ elindeki işaret parmağını açıp kapatmaya başladı, "8, 9, 10 ..." şeklinde homurdanırken. "18!" diye sesini yükseltti hemen ardından fanilanın aşınmış askılarınıdan biri tutup çekti ve simsiyah bir küpü gözler önüne serdi."Ah! nefessiz kalmış olmalısın neyse ki bugün 960. adıma 1 dakika 32 saniye erken vardık o yüzden bol bol nefeslenebilirsin." dedi küpe.Etrafına bakındı ,siyah küpe baktı ardından parmaklarıyla saymaya başladı."Manzara çok güzel, bembeyaz, muhteşem, beyaz, herşey beyaz, muazzam, bir tek gri bile yok, bem..Beyaz , beyaz , beyaz!" dedi gür bir sesle.Haklıydı gerçekten çevresinde beyazdan başka birşey yoktu, ne farklı bir renk ne bir gri gölge, her neresi ise ne kadar uzun,alçak,geniş olduğunu söylemek imkansızdı, sadece adamın küpü bu kör edici beyazlıkta bir kontrast yaratıyordu."Acaba bugün beni hangi Tanrı izliyor, Budha mı, Tengri mi, Allah mı,Zeus'tur belki de... Belki onun işi vardır Poseidon izliyordur, ama burda hiç su yokki... Evet Poseidon ne izlicek su olmayan yeri yine saçmalamaya başladım, kesin 614. adımda sol yerine sağ adımımı ilk attığım için oldu kesin! Hep 435.de adım değiştiririm ama bugün hava monolya beyazına kemik beyazı katılmış gibi göründüğü için 614'te değiştirme kararı aldım ama aslında bu gün hava kar beyazına karbonat beyazı katılmış renkte o yüzden 384. adımda adım değiştirmeliydim..."dedi adam parmaklarını halen saymaya devam ederken."Bugün yılın 296 ila 324. günü arasında bir günü olmalı, uyuduğum zaman saniye sayamadığım için bilmiyorum...Peki sen niye saymıyorsun!" diye bağırdı küpe.Parmaklarını daha hızlı açıp kapatmaya başladı.Şefkatli bir tonla "Olsun biliyorum bana dargınsın 4 gün önceki 176. adımdan dolayı, ama napayım bi anda zıplamak geldi içimden,sen de beni anlamalısın bazı ihtiyaçlarım var bir birey olarak; ama olsun seni halen seviyorum ve senden nefret de ediyorum ve seni öldürmekte istiyorum ama sen zaten yaşamıyorsun ki!" dedş coşkuyla." Biliyor musun?S en hastalıklı bir küpsün, bu beyazda hastalıklı bir beyaz ama aynı zaman da sen çokta sağlıklı bir küpsün, bu beyaz da çok sağlıklı.Griler de çok sağlıklı ama çokta hastalıklılar, duygularda öyle mesela insanların duygularıda hastalıklı düşünceleri de ama aynı zamanda duyguları çokta sağlıklı,düşünceleri de.." dedi sakin bir ses tonuyla devam etti " Mesela ben yemek yemeği çok özlüyorum, çok ta susadımda.Zemin katımda ki gereksiz pahalı kafe de ki tatlı kızın yaptığı soğuk çaydan içmek isterdim, ama dolar kurunun 3,667 olduğu bir zamanda bir bardak buzlu çaydan 10 lira 49 kuruş almak ne?Bi de hiç bi kuruşumu vermezlerdi aptallar...Bak ne kadar hastalıklı düşünceler bunlar, sen mesela hiç o kızın sol gözünün altındaki beni çekici bulmadın ama ben buldum ne kadar da hastalıklıyım. Mesela o çayın buzlarını çiğnerken dişin ağrıdı mı hayır ama benim ağrıdı ne kadar da enfekte olmuş bir duygu" diye iç çekti adam.Sağır edici sessizlikte hareketsiz oturdu saçları gereksiz şekilde uzamış olan adam, bu sefer kafasını hızlıca kaldırıp aniden yere yattı, normalde tavan olması gereken yerde bembeyaz bir boşluk vardı."Ama artık değil" dedi adam "Bak artık sen varsın bana yol gösterecek, hergün 2568 adım atmam gerektiğini nasıl bilebilirdim ki sen olmasan, hem ne kadar güzel bir beyaz manzaram da var yok benden şanslısı!" dedi sevinçle."Bir siyah bir beyaz iki sağlıklı hergele öldürdünüz hasta griyi, oh iyi oldu zaten kimin griye ihityacı var ki ama bir acı gerçek var!" şeklinde bağırdı."Siz griden nefret ettiğiniz için öldürmediniz onu, siz biribirinizden nefret ettiğiniz için öldürdünüz, çünkü siyah ve beyaz ancak gri yapar.Bir olmak istemediniz griyi öldürdünüz sonra da 'her beyaz her griyi öldürür' dedi beyaz; sende 'her siyah her griyi öldürür' dedin.İşin ironik tarafı biribirinize bu kadar katlanamıyorken işbirliği yapmış olmanız."dedi adam gülerken...Bir süre sonra konuşmaya devam etti "Ama biliyorum...Siz beni de öldüreceksiniz değil mi? Çok fazla rengim var, üstelikte gözlerim gri...Hala neden öldürmediğinizi de biliyorum aslında...Kanım, sıçrarsa kırmızısı çıkmaz üstünüzden."dedi sakalları da gereksiz şekilde uzun adam."Neyse ben çürüyene kadar çok zamanımız var, madem öyle vakit yürüme vaktidir." dedi ayakları üzerine doğrulurken...

"961..."

"962..."

"963..."

"964..."  

                                                                 Hikaye Birahanesi

Makes Hanım Şiiri (Makes Bulmak) - Her Zaman Hiç

Hikaye Adam - Deniz Türküsü - Yahya Kemal Beyatlı


Seslendirilmesinden hoşlanacağınız herhangi bir şiir veya metin varsa belirtmekten çekinmeyiniz. 

İyi Seyirler Dilerim.

Hikaye Adam

Sıfır Günlüğü: Birinci Şahıs


Bulanık...

Kırmızı çalınıyor gözüme,mor biraz da sarı bir gökyüzü.Anlıyorum ki bu gün batımı; "saat kaç ki yedi mi sekiz mi?".İnce bulutlar var gök yüzünde hafif bulanıklar ama beyazları kaçmıyor gözümden.Hafif hafif geçiyorlar geceye.

Bulanık...

Anladım ki çimlerin üzerindeyim.Yeşilleri kırmızı kesilmiş gökyüzünden.Uzunca meşeler süzülüyor ileride.Başımı soluma yatırdığımda uzaklarında bir de orman görüyorum koyu renkli ,çam olsa herhalde.

Bulanık değil artık o kadar.

Sağa yatırdığımda başımı net artık görüntüm.Önümde büyük bir açıklık, güneşte buradaymış meğer.Çimler uzunca gözüküyor yattığım yerden.Biraz alçalıyor açıklık ilerde birden kayboluyor.Belki bir kıyı vardır orada.Güneş halen aynı yerinde.Gök yüzü halen mor-kırmızı. Halen ince uzun bulutlar sarı şekilde parlıyor.
Yavaşça doğrulmaya çalışıyorum.Başıma bir ağrı saplanıyor, kollarım tam tutmuyor.Biraz başımı sallıyorum ama nafile.

"En iyisi ayağa kalmak."

Gerinirken etrafıma bakıyorum. Güneş halen yerinde. Belki de ağrıdan zaman uzunca geldi bana.

"Ama..." Sırtımda ki teri hissediyorum.

"Ben...Nerdeyim?"BURASI NERESİ? 

"AĞAÇLAR, ÇİMLER, BEN BURADA NE YAPIYORUM?"

Sonra aklıma daha da zor bir soru geliyor...

"BEN..."

"Ben kimim?"

Midemi bulandırıyor bu soru.Alnımdan akan terleri hissedebiliyorum.Soğuk bir his kaplıyor çevremi,bıçak kesecekmiş gibi geliyor tenimi. Siyah birşey... "Benim... kaçmam lazım!" Dememle bir adım atıyorum.Atığım adımla yere kapaklanıyorum.Gözlerim bulanıyor tekrar siyah birşey kaplıyor görüşümü...
                              
                                      *****
Bulanık...

Kırmızı çalınıyor gözüme,mor biraz da sarı bir gökyüzü.Anlıyorum ki bu gün batımı; "saat kaç ki yedi mi sekiz mi?"Gök yüzünde ince bulutlar var...


Bulanık...

Çimlerde yatıyorum...Uzunca meşeler...Solumda koyu bir orman...

Net...

Sağımda meşeler...Alçalan bir çimenlik...Güneş batmadı hâlâ...
Başım ağrıyor...Çok ağrıyor..!

"Hayır..."
"Kalkmam lazım! Hemen kalkmam lazım"
Doğruluyorum hemen kollarım tutmuyor...
"Ha-yır!"
Sırtımda ter birikiyor bir daha. Koşmaya çalışıyorum.Adım atmamla tekrar düşüyorum.

"Hayır,hayır,hayır,hayır! Bi daha kalkmam lazım." 

Bir his yakınlaşıyor bana.Soğuk,bıçak gibi keskin.Bacaklarımda ki acıyı ancak şimdi hissedebiliyorum.
Kan...

"Kan?"

"KAN!"

Derin bir çizik var bacağımda boydan boya.Bunu görünce koşmaya başlıyorum topallıyarak.Önümde seyrek meşelerden başka birşey yok.Her adımda bacağım parçalanıyor gibi hissediyorum.Arkamda birşey var, kötü birşey, yardım lazım bana!

"Aaaaa!"

Meşelerden birinin gövdesinde birşey parlıyor.

"B-bıçak!"

Meşenin yanına vardığım gibi kavrıyorum bıçağı.Çok derinine saplanmış.Umrumda değil çekmem lazım , arkamda bişey var.Göz göze gelirsem-

"OTAR!"

Yüksek bir ses yanklanıyor kulaklarımda

"ODANA OTAR AYA !"

Sıcak hissediyor vücudum. Sırtımdaki keskin his dağılıyor yavaşça.Elim bıçağın kabzasında gözlerim meşenin gövdesine kitlenmiş şekilde kalıyorum.Ağacın gövdesinde anlam veremediğim harfler parlıyor.Gözlerim kararıyor tekrar.Bacaklarım güçlerini yitiriyorlar,yer düşüyorum.Bir siyahlık dağılıyor hafiften. Kırmızı çalınıyor gözüme, mor kaplamış gökyüzünü, sarı ince bulutlar, bulanıyor yine gözlerim.

Bir kaç ayak sesi duyuyorum meşenin ardından kendimden geçmeden önce...

                                                                           Gün 1

                                    Hikaye Birahanesi 

Makes Hanım Şiiri (Makes Bulmak) - İzah-ı Aşk



Çok sevdiğim "Makes Bulmak" şiirinin ilk bölümünü seslendirdim. Umarım keyif alırsınız. Seslendirilmesinden hoşlanacağınız herhangi bir şiir veya metin varsa belirtmekten çekinmeyiniz. 

İyi Seyirler Dilerim.

Hikaye Adam

Aşık mı Olmak, Aşka Aşık Olmak?


İmkansızı sevmek,
Hayalleri istemek,
Adı hayalse imkansızın,
Hayallerin imkansız mı?
Aşık mı olmak?
Aşka mı aşık olmak?

Aidiyet aramak,
Umutlara inanmak,
Aidiyet umuyorsan,
Umut mu aradığın?
Aşık mı olmak?
Aşka mı aşık olmak?

Yaşamın reddi,
Hayatın gerçeği...
Yalnız kalırken,
Yalnız kalmak istemek.
Aşık mı olmak?
Aşka mı aşık olmak?

Geride bırakılmak,
Kalmak isterken geride,
Birisi gelmeyince sinirlenirken,
Kimisi gelince de kovmak sinirlen,
Aşık mı olmak?
Aşka mı aşık olmak?

Olmayan gelecek
Geleceği olan herkes için...
Aşık mı olmak?
Aşka mı aşık olmak?

Ölümü beklemek
Ölümden kaçarken,
Tek katilinin
Kendinin olmasını isterken.
Aşık mı olmak?
Aşka mı aşık olmak?

Sahiplik değil aitlik,
Aşk değil sahiplik,
Tutku çift taraflı bir bıçak,
Doğru tutmazsan senide kesen,
Öldürebilen.
Peki...
Aşık mı olmak, Aşka aşık olmak
Aşk sensen benim için?

Hikaye Birahanesi

Buluşmak Üzere

En Azından


Oradaki! Evet! Evet! Sen,sokaktaki yabancı!
Bir sorum var ama hava çok rüzgarlı.
Yağmur da yakın acaba sorsam olur mu?
Yoksa uzunsa yolun hiç tutmayayım seni.


İyi madem, vermiyorsan hiç ses,
bir soru yakmaz canını.
Şimdi yabancı...Nasıl desem...
Hiç düşündün mü?


Neyi mi? Şeyi ya...Şeyi,
niye gelmişiz bu dünyaya,
var mıymış bir halt?
Ben kaçırmışım,tanrı anlatırken insanlara.


Yok yabancı dalga geçmiyorum.
Yok yabancı neden sinirlenirsin ki şimdi?
Yok yabancı ben senin bütün gün neyle uğraştığını ne bileyim
Yok yabancı ben deli değilim,gerçekten! Sadece kaldırım taşlarıyla konuşmayı severim.
Yok yabancı sana denk gelmez hep böylesi.
Dur yabancı nereye şimdi! Bir sorum var ;bildiklerim bana anlatmaz, sokaktakiler de söylemezse kim verecek cevabı?
Ah! Gitti yabancı yine.Rüzgar aldı onu elimdeki fotoğraf karesinden.
Eh! Yine aldı rüzgar elimden,yine,yine!


Sanırım olmuyor artık, eski yabancılar kalmadı da ondan.
Nasıldı o yabancılar, bir bilseniz...
Her şeyin kıymeti farklıydı onlar için.
Şimdi!.. Nerde?
Adama neden gelmişiz diye soruyoruz,
Bana kaçık diyor; oldu mu şimdi?


Hem kolayından sordum, ya nereye gideceğiz deseydim?
Ya "10 boyut varmış, 11.sinde mi tanrı yaşarmış?" diye sorsaydım?
Ya nasıl resim çizilir deseydim?
Nasıl müzik çalınır deseydim?
Nasıl şiir yazılır deseydim?


Belki ona cevap verirdi ama kesin yanlış cevap verirdi.Kesin!
Derdi ki: "Öğrenirsin yöntemini sonra yaparsın yordamına göre."
Eh be adam!Hiç öyle denir mi? O işin kolayı , öğrenmesine öğrenirim de sonra?
Sonra ne yapacağım be adam! Şimdi niye öyle dedin de;
Kör olmadan önce gördüğün son şeyi çizercesine çizeceksin niye demedin?
Sağır olmadan önce duyduğun son şarkıyı çalarcasına çalacaksın niye demedin?
Aşkını yitirmeden önce duyduğun son hissi hatırlarcasına yazacaksın niye demedin?


Peki yabancı, ya" Nasıl yaşanır?" deseydim...
O zaman ne diyecektin.
7 bilimiyum 10 milyar insan arasından birisine "istediğin gibi yaşanır" mı diyecektin?
Ya benim istediğim yaşamları almışlarsa!
O zaman "Aşık olarak yaşa hayat sevdiğinle güzel!" derdin.
Peki hiç düşündün mü ya benim aşklarımı almışlarsa.
O zaman da kesin derdin ki "Hayatını insanlığa ada,adın hatırlansın yüzyıllarca"
Ah be yabancı!Hangi insanlığa? Bana "sen deli misin be adam" diyene mi?,
"Böylesi hep bana denk gelir" diyene mi? 
 Yoksa onu da demeyip,canı sıkılana kadar dinleyip giden insanlığa mı?..


Olsun yabancı, önemli değil bundan sonra,
Çünkü demedin ki
"Önemsiz hayatının, tarihin kirli sayfalarında bir virgül etmeyeceğini bilerek yaşa".
Demedin 
" O zaman ben neden yaşıyorum?"
Sadece gittin uzun sokak boyunca,
Neyse en azından yağmura yakalamadan gittin.  


Hikaye Birahanesi

Kimse

   Cayır, cayır yanıyordu. Yeşil olan her şey küle dönüyordu. Zaten kahverengi olan koca kütükler çatırdıyor, sanki üzerilerinde küçük volkanlar patlıyormuş gibi yarılıyordu gövdeler. Hava kararıyordu. Gündüz mü gece mi belli değil; ciğerlerinizi tıkayacak, nefes aldığınıza bin pişman ettirecek simsiyah bir duman kaplıyordu ormanın içini. Tüm renklerini geri alıyordu doğa ana bu şekilde; yapraklarını toza, toza bulayamadığını kömüre dönüştürüyor onu da yapamazsa kara dumanlarıyla örtüyordu üzerini. Yeşili, sarısı, mavisi, moru, beyazı ömr-ü hayatlarında görmedikleri kadar parlak parlayıp bitiveriyordu oracıkta. Dumanı son kez kor olmuş şekliyle aydınlatıp, seçilemez karanlığın içine kaybolup gidiyorlardı goncalar, güller, papatyalar. Orman bitirecekti kendini bu sefer; yaktıkça yakıyor, kilometrelerce uzaklarına kadar eriştirmek istiyordu ateşlerini. Hava bitsin ,yakacak tükensin umrunda değil. Sanki boşluğa bıraksanız onu da yakacak kadar kızgın görünüyordu alevler. Zamanında hayat üzerine hayat veren; ağacın yeşillerini, kütüklerini kahvesini, menekşelerinin morunu ayrı ayrı koruyan ormanın öfkesi hayret vericiydi…

   Hal böyle iken zamanında güldür gürül akan suların yanında yaşayanlar canlarını kurtarmak için kaçıyorlar. Eğer kaçmazlarsa orman kovuyordu onları. Ateşe veriyordu bir parçasını daha, kolaydı artık orman için yeşillerini yakmak; mor menekşelerinin üzerindeki korları gördükten sonra. Varsa söndürecek kadar suyu olan gelsin söndürsündü onun için artık. Öyle girip bir karış çimen üzerine papatya çıkarmakla olmuyordu. Sularının yanında yaşayanlar ona 4 kova su ayırınca olmuyordu. Ağaçlarından kuru dalları koparıp yeşil çimlerin üzerinde yakmak olmuyordu. Menekşelerini koparıp bir kitap arasında kurutarak olmuyordu. Koca koca binalarıyla sularının rengini bozmakla olmuyordu. Fidanların daha yaşken sökülmesi olmuyordu, olmuyordu işte. Onu söndürmüyordu bunlardan sonra atılan 4 kova su. Bitirmiyordu doğa ananın ormana, ormanın renklerine öfkesini. O zaman yakacaktı, yandığından bir haber olana kadar; kül edecekti gövdelerini, parçalayacaktı bütün güzelliklerini, zaten başka orman yok mu ki? Onun suyunda yaşayanlar başka dereler bulamayacaklar mıydı? Bütün bu yakarışlar, su atışlar, söndürmeye çalışmalar, hep başka bir yer bulana kadardı. Hele bi bulsunlar ondan sonra ancak çıkan dumanlara, kül olan yerlere bakarak “üzücü.” demek olacaktı tüm yapacakları. Kim gelip bir fidan dikerdi ki, kim beklerdi ki
çimenlerinin tekrar çıkışını, kim koyardı boynu bükük menekşelerin yanına yenilerini. Kim bekleyecek? Kim tekrar gelip konacaktı sularına? Bir kere alevleri gördükten, tenini yaktıktan sonra kim?


   Ama orman biliyordu cevabı aslında. Evet… Biliyordu orman… Gündüzün geceye geçerken batırdığı güneş değil, onun yerine zorla çıkan ay da değil, onu göremeyen uzaktaki yıldızlar da değil… Ne sularında yaşayanlar ne de koruduğu menekşeleri değil… Cevap… Kimseydi. Kimseydi yanan bir ormanı söndürecek, fidan dikip, çiçek koyacak, sularında çimler çıkartacak. Kimseydi yangın sönene kadar bekleyip, köz köz toprağında yatacak. Kimseydi onun bu çağ yangınını söndürecek… Onun bu ateşi ancak kendi bitince sönecekti… Orman “Kimse” olunca sönecekti. “Kimse” olunca ancak…


                                                                                                                     Hikaye Birahanesi

Hürriyete Doğru


447 Tırnak Numaralı Beyaz At



Gri Şehir Siyah Uçurum

 

 İçi boş, gri ve yıkıntı haldeki son sokağın sonunda onu da hiçliğe dağıtıp bitirecek şehrin kayboluşunu arkasında bırakmıştı.Kötü haber ise bu yok oluştan kaçarken önünde de gidecek bir yol kalmamış olmasıydı.Bir uçurumun başına çıkmıştı yürüdüğü son sokak.Biraz etrafa bakınınca da uçurumun uçurumdan öte zeminsiz bir kuyuya benzediğini anlayabiliyordunuz. Karanlık bir düşüş..."Buradan atlamak pek akıllıca olmaz." diye düşündü kendi kendine.Gri şehrin sonundaki siyah uçurumun kıyısı boyunca yürümeye başladı böylece.
   
  Bu sefer yavaş adımları onu hiçbir yere götürmeyecekti.Şu an sağ tarafında bir hiçlik, Sol tarafında bir hiçlik vardı.Birini seçse kaybolacak, diğerini seçse kaybolacaktı... "Acıklı." diye fısıldadı kendi kendine.Ağlayacak gibiydi ama bir şey engelliyordu onu.Belki de kendini tutuyordu ağlamamak için.Tam anlayamıyordu zaten anlamakta istemiyordu açıkçası.Boşluğun içinde kalmış şehrin gökyüzü güzeldi en azından.Uçurum gibi simsiyahtı fakat bilim kurgu filmlerinden çıkma mavi plakaları seçebiliyordunuz. Birazda kutup ışıklarını andırıyorlardı, nazikçe hareket ediyorlardı hiçliğin ortasında.

  Yavaşça yere oturdu.Gri toprağın üzerindeki gri çimlere dokundu.Ne kadar gerçekti, acaba şehrin bu kısmı ne zaman yok olacaktı...Bir saat belki de 2 kim bilir belki 10 dakikası kalmıştı.Bu düşünceyle birlikte yere uzandı, mavi plakaları izlemeye başladı mum ışığı gibi titriyorlardı.Uzun, uzun baktı siyahlığa, maviliğe, yok oluştan kaçış yoktu gerçekten.Bomboş hissediyordu kendini, derin bir üzüntü duyumsayabiliyordu biraz.Kollarını alnının üzerinde birleştirdi.Yavaşça tebessüm etti.

"Sanırım bu melankoli". 

                                                  Hikaye Birahanesi

Ben Kimim?


Aklınızdaki tek soru "neden?" ise , 
Aklınızdaki tek soru "neden?" değildir.
Normalde saçma gelirse bir şey,
Aslında hiçte saçma değildir.

Gördüğünüz en sıradan şey aşk,
Göremediğin nacizane tek şeydir.
Yoksa, seni şuana kadar büyüten
Dünyanın,sana borcumu var sandın!

Gördüğün insanlar var mı sandın?
Senin adın ,adın olduğu için mi var?
Ya sen? Kesin sende varsındır...
Kesin bide hayattasındır.

İstanbul yenilmek için mi var?
İzmir zaten yenilmiş mi yoksa?
Yoksa denizne bakarken mi boğulmuşlar
Beni boğan dalgalar?

Beni boğan dalgalar kalmış mı?
Kalmasını mı istemişim yoksa?
Aynada hergün baktığım çirkin yüzü
öldüremediler mi sonunda?

Ama merak etme sen kesin varsındır(!)
Adında adın olduğu için vardır.
Aşkın aşık olduğun içindir.
Zaten bide hayattasındır.

Aşık olduğun yerleri tek başına
Hışımınla dolaşmışsındır...
Kimsesiz parklarda cam kırıkları aramışsındır.
Koluna girdiği yerlerde ki,
Küçük menekşeler solmuştur.
Sana düşman, sevimsiz bank sökülmüştür oradan.
Başka bir sevimsizde yerini doldurmuştur.
Maşuk halinle kalmışsındır.
Artık yoktur bir cevabı,
"Bu sen misin?"dir.Tek yanıtı.

Bu sen değilsen, sen nedir o zaman?
Çok mu cazip geldi ölümün tatlı boşluğu?
Sakladığın tek hazinen bulundu mu?
Yoksa artık onunda mı manası yok?
Yoksa olamadın mı sen?
Köreldi mi hislerin?
Bitti mi gençliğin?
Ya çocukluğun?
Ya yetişkinliğin?

Yok mu yağmurun altında Emirgana yürüdüğün bir sahanen?
Yok mu bulduğunu sandığın Makes Hanım?
Yok mu dönmeyeceğin bir yer beğenen?
Yok mu kovduğun halde aşık olan Aysel Hanımın?
Kesin olmasını beklememişsindir ama,
Kesin vardır bir hikayen,
Kesin ellerinden kaymamıştır gençliğinin son hisleri,
Kesin çok mutlu olmuştur o,
Kesin hiç nihayetine ermesini istememiştir o konuşmanın, 
Kesin bencilcedir...
Kesin varsındır...
Kesin...
Kes...Artık...Kesin...

                                 Hikaye Birahanesi