Kayıtlar

Duvar

 


Işıklar gözümü alıdığında anlıyorum sabah olduğunu. Toprak yaş ve soğuk hissetiriyor. Bazen ellerim uyuşmuş oluyor, parmaklarımı oynatma kabiliyetimi kaybettiğimde panik içine düşüyorum. Lakin birkaç küçük hareket ile sızan soğuk incelik sinirlerimden sızınca biraz olsun rahatlıyorum. Parmaklarım karıncalanmaya başlıyor.

Ben uzun süre önce konuşmayı unutmuş olması gereken biriyim. Bir insan dili konuşabiliyor olabilmem bile beni şaşırtıyor. Bunları kazıyor olabilmem hayret verici. Uzun bir süredir belki de olduğum yerde bulunma sebebim belki budur diye düşünmüyor değilim.

Lafı dolandırıyorum kusura bakmayın. Normalden daha kısa tutacağım zannederim. Nasıl gözümü alan ışık sabahın habercisi ise bu duvarların ardında kaybolan güneş tam aksi. Uyumam pek mühim değil sanırım ancak, bu cümleleri kazımaz isem bir başıma kendi huzurumda ne yaparım bilmem. Bu sebep ile sabahları önemli benim için. Her gün değişen irili ufaklı taşları bulmak gerek. Bunları iyice kırıp şekle vardırmak gerek. Sonra bu ağaçların sürekli doladığı kara kuru kabukları gövdesinden ayırıp bir zemin oluşturmak gerek. Sonra da kazımam gerek. Bu duvarların uğruna.

Neden?

Bilmiyorum. Pek çok şey gibi bunuda vilmiyorum. Ancak yorucu hissetiriyor nedenlerini düşünmek. Buradan nasıl çıkarım, duvarların ardında ne var, burası neden var? Pek çok soru ve hiç bir cevabı yok. Aklımı bunlarla yitirdiğim zamanları hatırlıyorum. Gerçi bir kaç bulanıklık dışında kendimle özleşen bir parça bulmakta zorlanıyorum düşüncelerimde.

Sonsuzluğa ulaşmak için onu tecrübe etmek gerekmiyor sanırım. Ben ettim. Hergün her içsel kırılma, zihindeki girdapların taşması, ellerimin ve kollarımın duvarlara vurmaktan kanaması. Hissizlik ve haraketsizlik oluyor bazen, ulaşılmaz yıldızları izlerken, güneşe bakmaktan kör olduğum her sabahın ardından yenilenirken.

Burası hakkında düşünmeyi bıraktım demek doğru olmaz, kazıyorum onları ağaçlara. Her sabah kayboluyorlar ve yeniden kazıyorum. Duvarları milyonlarca yıl izlediğime şahit oldum, bazen üzerinde bir kapı gördüğüm oluyor. Bir şekil bir çizim gibi, bir çıkış arıyor zannederim zihnim. Ancak yaklaştığımda yekpare dokunuşu parmak uçlarımı yeniden yakıyor duvarın.

Birkaç yüzbin yıl önce duvarların ardında ne olduğuna dair tahminlerimi sizinle paylaşabilirdim. Şimdi ise bunun bir konsept olduğuna bile emin değilim. Duvar bütün soğukluğu ile mevcut ve ardı benim için yok. Işıklar gözümü almayacak bir zaman kim bilir. Fakat eminim ki ben duvarın ardında olmayacağım. Ben duvara bakacağım, duvar hiç birşey yapmayacak. O soğuk ve tüm, beni çevrelediğinden habersiz bir duvar.

Gök kapanıyor, duvar.


Bir Baltaya Sap Olmak


Tek bir yolda. Henüz bitmedi yolculuk ama yolcu yoruldu. Doğrudur kuralı bu yolların.

Ağaçlar içine vardı mekan. Sardı gözleri nahoş gölgeler. Yolcunun adımları yavaş, yolcunun adımları sakin.

Beride yol seçilmez, ileride menzil gözükmez. Yolcu durmak ister. Sinmek ister kovuğa, yolu da kendini de unutasıya.

Beriden gelmesinler aramaya, İlerisi ise söz verilmiş toprağa varır. Gidilmez.

Sesler yoktur, ne de hisler. Duygular ise büyük bir boşluktur nasılsa hiçlikten edilmiş iğnelerle dolu.

Acıtmaz canı sadece vurur göğsün sinesine. Varır dalgalar şahlanır pınarlarına gözlerin. Ahkam keser yol çamur edip toprağı ve daha derine batırır paçaları.

İsimler kalmaz ve yerler bütünlüğe dağılır. Kişilerin gölgeleri hatırlanır ta ki kendi gölgenin ayrılışını izleyesiye.

Kovuk güzel, kovuk sıcak.
Kovuk boş ve kovuk işkence.
Yol güzel, yol heyecanlı.
Yol uzun ve varması imkansız.

Yolcu yorgun.
Sırtı vurgun,
Taşımaktan koca bir yükü.
İçi havadan keskilerle dolu.

Yolcu gider.
Yolcu durur.
Orman çıkmaz gözden
Ve metresi kovuk ayrılmaz peşinden.

Çöktüğünde dizleri yorgunluktan.
Başı bile oynayamaz vurgunluktan.
Manzarası olmayan bir gök iken.
Kovuk fısıldar kulağına,
Nasıl bütün merhametiyle,
Onun kellesini keseceğini söyler.

Bir taş daha düşer kafasına.
Bakın ona yalvarır bakın ona.
Bir çocuk gibi üzgün ve şımarık.
Bir taş daha gelir kafasına.

Gelir de başka bir yolcu varırsa yanına.
İtekler de itekler.
Orman yalnız orman siyah.
O tekil, bakın ona.

Bakın ona ala bulanmış saçlara.
Neden ister de ister?
Bulur bir yordam keser kendi yolunu,
Yolcu geçer gider yanından.
Yolcu kalır yolcu gidince,
Bir başına ve tek başına.
Bakın ona bakın
Çirkef gerçekliğin tek imzasına
Kendi kaleminden çıkan mürekkep,
Kafasında atılan taştan.
Kovuk ise yolu ayırdığı baltanın gülü!

Eh Yolcu ben de senin ağzına,
Der misin sonra yol zordur.
Eh Yolcu ben kalıbına,
Düşer misin bir başına?

O kovuk az bile sana.

Dik... Kıymık



Gözlerimin önünde var olan bu şey.

Şüphesiz ki bu bir insan. Benim gibi… mi? Oldukça uzun. Metrelerce, kilometrelerce ve onun dışında hiç bir şey seçilmiyor bu rutubetli, pislik dolu, gerçeklik için fazla büyük olduğunu zanneden yerde. Ve hissediyorum bacaklarıma kadar uzanan çimenlerin hareketsizliğiyle, burada ki her şey yok oluşa terk edilmiş aynı onun gibi.

Canı acıyor olmalı her ne kadar çehresini seçemesem de. Bu dev, kelimenin tam anlamıyla, arkasını bana vermiş bulunuyor. Hareketsiz şekilde olmayan bir gökyüzüne bakıyor. Saçlarının başlayıp boynunun bittiği yeri görüyorum. Ancak bu büyüklüğü ile birlikte bulunduğum yerden sadece vücudunun sisler ardında kaybolmuş temsilini hayal ediyorum.

Ben neden… Hayır, merak etmem gerekiyor bu gözlerime çok açık şekilde serilmiş yeri.

Yürüdüğümü hatırladığım zamanlar var burada. Bu çimenler fazla mı tanıdık acaba. Belki de çehresini görebileceğim bir yer buluncaya kadar yapacağım yalnız yürüyüşün daha anlamlı olması için kurguluyorum bunları, yapmadığım şey mi ki?

*****************

Birkaç yerden geçtim sanırım. Her attığım adım biraz daha anlamsız geldi bana. Geçtiğim yerleri yarım yamalak hatırlıyorum. Sanki oralardan geçen ben değilmiş gibi. Öyle de değil, sanki bu yerlerden bir salisede geçip içinde attığım binlerce adımda yıllarca kalmışım gibi. Adımı bir asırda atmışım, her şey saliseler içinde benden uzaklaşırken…

Anlamsız gerçekten.

Ancak bir tepeye vardım. Kulaklarının arkasını görebiliyorum ve yanaklarını. Arkaya gerilip öylece kalmış. Hareket etmiyorlar. Dondurulmuş... Aslında, sanırım daha rahatsız edici bir şey var onun bu sıkışık ifadesinden. Sanırım o beyaz yani bembeyaz.

Yani fazla beyaz, mermerimsi. Tarif etmesi biraz zor, baktıkça çevresi parçalanıyormuş gibi gözüküyor.

Rutubetin sisini izlediğimde aklıma gelen tek şey bir, delik. O bir deliğe benziyor… Gerçekliğin içine açılmış yada burası her neresi ise oraya bırakılmış. Çevresini kendi şeklinde parçalamış ve bu şekilde kalmış.

Gerçekten anlamsız.

******************

Bir şey yanlış hissettiriyor. Bunu çevremde bir doğruya referans olacak bir şey olmadan söylememde bunun bir parçası ironik olarak. Yada düşüncelerimin apatiden istihzaya kayması da örnek olabilir.

Ben tekrar yürümeye koyuldum, tepeden inip.

Yerlerden geçtim ve her adımım bağlamsal olarak yanlış hissettirdi. Ben buradan onu göremiyorum. Ben geçtiğim yerlerden onu göremiyorum, sadece geçtiğim süre içinde. Tam olarak anlamıyorum bende. Bir yayı izleyerek yürüyorum ve ileride bir dağ gördüm. Tırmanması çok daha zor olacak kesinlikle.

Burası kesinlikle sahte. Ya da benim çakma olan.

******************

Gördüm.

Çok mu şaşırtıcıydı?

Hayır. Hayır değildi. Bu biri değil, bu o değil. Bu tek bir kişi. Burasını tasvir eden insan hepsi. Ancak söylemem gerek, sanırım.

Canı yanıyor, çok belli. Rutubetin tepelerden bakınca örttüğü şey bir dikit. Bir mızrağın ucu gibi inceliyor gittikçe… Kalbine girdikçe. Bu insanın, bu devasa deliğin merkezine saplandıkça asma gibi yayılıyor içine. Zehir gibi çevreliyor içini de; küçük, kısa ve siyah kılcal damarlar gibi dağılmışlar her yerine.

Beyaz boşluk kanıyor, çok belli. Yüzü en… Yüzü en rahatsız eden şey beni. Bozuk bu yüz, oldukça bozuk ortadan ikiye bölünmüş bu yüz. Bir yanı ağlıyor, çok belli ve diğerinin çarpık gülüşü benim gözlerime kırmızı doldukça daha da uzuyor şekilsiz yüzünün sonuna doğru. Hareketsiz formunu bozup daha çok saplıyor dikti içine, bütün bozuk kılcallarıyla birlikte beyazlığı daha çok kanatıyor içine saplanmış şey ilerledikçe.

Sanıyor ki çevresine yayılan ak kan onu daha da büyütüyor. Kendi rengine boyanıyor ya çevresi. İçinden saçılan kesik varlığı eriyip giderken, dizleri üzerine çöktürmüş olan dikiti içine bastırırken. Anladığı tek şey boşluğun bile şeklinin bozulduğu. Ancak bunu kabul etmeyeceğe benziyor.

Kesinlikle anlamsız bir gerçeklik, çok belli…

Peki neden, gözlerime dolan allar, omzumdan iten kopyalar ve sarp kayalıkların parmak uçlarımın altındaki görüntüsü; hepsi ak kesiklerle boyanmışlar.

Ben neden hissediyorum yer çekimini?    

 


Sıfır Günlüğü: Çatlak -I-



Hatırlarım ben bir şeyi uzaklarda kalmış olan. Bu havada yüzen dağlar ve aralarındaki kırık köprüler nedendir? Bu eflatunla dans eden altın gök yüzü neyi gölgeler ışıklarıyla? Ben seyirci isem, bu tiyatroyu döndüren kimdir? Hiçbir oyuncu yoksa ilerleten ilahi tragedyayı, bu komedya bana ne anlatmalı ki? 

Ya da henüz ben mi göremedim anlamlarını, derme çatma bağlamsal kişiliklerin içinde bulunan?
………………......................

Adam deniz cebinin içinde doğrulmaya başlamıştı. Kadın ise onu yalnız bırakmış, ormanın içine dalıp gitmişti. Çevresi gerçekliğin en temel formlarını bozuyordu. O ise içindeki sinsi bir hissi dinliyor, etrafını kapsayan derin su setleri ucundan kumsalın kenarında bulunan ince kıyıyı gözlüyordu. Ancak bacağının acısı onu olduğu yere mıhlamıştı.

Yavaş yavaş volta atıp, bacağının üzerine basmak için prova yapmaya başladı. Her adımında normalde hissedemediği dokuların olmaması gereken hareketleri içini gıdıklıyor, bacağındaki açıklıktan süzülen sıcaklıkla yürürken içini dolduran soğuk esinti tümüyle midesini kaldırıyordu. Topallayarak yürümek denmeyecek bir hareket gerçekleştirmeye başladığında setlerin kıyıdaki dumana doğru turuncuya boyandığını fark etti. Esinti ılık bir hal aldı. Yavaşça yine yerine oturdu. Görüşü sulardan yükselen beyaz buharlarla derin bir pusa kayıyordu. Bir çeyrek saat kadar zaman sonra gözleri turuncu kısmın daha geriye düşmüş olduğunu fark etti. Yavaş yavaş setlerin içinde dar bir koridor açılıyordu. Buharlar çıktıkça oda bu yolu izlemeye koyuldu.

Al kaftanlı kadın sahilde onu bekliyordu. Kendisi terden sırılsıklam olmuş, suyun içine düştüğünde hissettiğinden çok daha ıslak hissediyordu. Nefes nefese kumların üzerine adım attı.

“Gelebildin hele.” Dedi kadın

Konuşamadı, ciğerlerinin içinde koyu bir su hisseder gibiydi. Kadın şaşırmış gibi kaşlarını kaldırdı.

“Ne bu halin, ne diye bu kadar ıslandın?”


“Terledim” dedi keyifsizce. Bacağına baktı, yüzü ekşidi pantolonu kıpkırmızı kesilmişti.

“Ter?” sorguladı.

“Ter, işte buhardan…” Kadın uzunca ona baktı, yavaşça ateşin yanına gitti.  O ise halen bacağına bakıyor, elleri paçasının üstünde ama kaldıramıyordu. Bir yandan nefesinin hızlandığını hissediyordu.
Kadın ona bir şey söyledi. Ancak sesinin boğukluğundan ne dediğini anlayamıyordu. Gözleri ayaklarının ardından geldiği yöne doğru çevrildi.

“Had… Göst… Gide…”

Kıpkırmızı bir iz bırakmıştı gelirken, sanki ince bir boya fırçasıyla ala boyanmıştı sudan koridorun çıkışı. Ateşe doğru çevirdi kafasını, kadın halen bir şey söylüyor gibiydi ama o tam kestiremiyordu ne dediğini. Bir adım attı hafifçe ona doğru, burnunun ucunda keskin bir mızrak buldu.

“Gidecen mi? Gitmeyecen mi?” Sordu kadın. Bunu duymuştu, geriye bir adım attı ama dengesini kaybedip düştü. Kadın yine şaşırdı.

“Yürüyemiyorum.” Dedi adam. Başı dönüyordu. Paçasını sıyırdı hafifçe. Daha önce görmeyi umduğu al şelalenin dibi teninin üstünden ona bakıyordu. “Bunu kapatmak lazım.” Dedi. Kadın biraz mesafeli duruyordu, içinde yorucu olduğunu düşündüğü bir şey hissetti. O ise bir şey arar olmuştu. Sonunda gözü parlak renkli turuncuya çalınmış turkuaz atlası seçti. Yavaşça ona doğru ilerledi. Birkaç dakikalık sürünmesi sonrasında çantaya varmıştı. Sertçe açtı ve içindekileri önüne saçtı. Kadın yanına vardı, halen mesafesini koruyordu. Adam ise sessizlikten ürker olmuştu.

“ Bak bunu,” nefes verdi istemsizce “ sarayım bekle, sonra yürüyeceğim” diye kadına temkinli şekilde ifade etti. “ Ancak bana” durdu, “yardım etmen lazım.” Kadının kaşları çatıldı ama beklenilen patlayıcı tepkisini göstermedi.

“Ne olacak?” sordu hızlıca adama.

Kadının elindeki bıçağı işaret etti. “Kes paçamı”

Önüne uzanmış figür hafifçe eğilip, zaten delik olan pantolonun paçasını sonuna kadar yırttı.

“Şuradan da”  dizinin oluşturduğu daireyi gösterdi. Ardından yere saçılmış birkaç parça eşya arasından mataraya uzandı eli. Hafifçe dirseklerinin üzerine doğrulup, kendisini kadının mızrağından delinmiş olan kayaya doğru sürükledi. Arkasına girdiğinde, zorlukla pantolonun içinden sıyrıldı. Kumaş derisine sürttükçe midesi bulanmaya devam etti. Yavaşça bir avuç almak için uzandı aynadan denize. Elini sulara daldırdığında beklemediği bir direnişle karşılaştı ilkin, sanki hamur yoğuruyor gibi hissediyordu ancak bu harç bir anda kayboldu, eli ıslandı ve su dolu avcunu çekti. Yarayı ıslatmaya konuldu, tuz biraz daha yaktı sinirlerini. Birkaç avuçtan sonra ellerinden düşen damlaların havada sıkıştığını fark etti, aldıramadı. Hafif bir iç çekip, matarayı açtı.

Kadın nahoş bir koku seçti. Sanki tanır gibiydi, zamanın çok uzaklarından geliyordu bu anısı. Adamın uzunlamasına kesilmiş paçası elinde ormana bakıyordu. Huzurlu bir yer diye düşündü ancak bir şey yanlıştı. Gözleri ağaçların arasından yükselen kirli bir pus seçiyordu. Aynı adamın etrafından gelen gibi… Biraz denizi gözledi ve havadaki sicimlerini, sonra eline topladığı dallardan kalınca ikisini alıp birini yaktı; kalanını yavaşça küçük turuncu renkli ateşe sürükledi. Bu sırada adamın ona doğru topalladığını fark edemedi. Fakat ondan yayılan pusun ateşe yaklaştığını seçmişti. 

“Çekil!” sesini yükseltti. Adam halsizce tutunduğu kayaya yaslanıp, elindeki paçayı işaret ediyordu. Küçük ateşin içindeki dalların tutuşmasını seyretti, beklenmedik bir sakinlikle, yavaşça adama yönelip elindeki kumaşı uzattı, bir de dallardan yüksekçe olanını yanına bıraktı.

“ Buna dayanarak yürü, gidelim.”    

Sıfır Günlüğü: Elçi -V-


Bileklerinde kalan son kuvveti ona yaklaşan kişiden uzaklaşmak için kullandı. Ancak nafile, pirinç taneleri ile ölçülebilecek kadar kat ettiği uzaklık bir adım içinde kapatıldı.

“Hayır” diye geveledi düşünmeden.

“Kir” dedi ona tepeden bakan kadın. Çevresindeki beyazlık artık daha seçilir olmuştu, gürleyen ateşin içinde yürüyordu ve saçları alevler gibi beyaza boyanmıştı. Al ipekten bir kaftan giymişti, elinde ucu gümüş ateşten kesilmiş mızrağını taşıyordu. Gözle görülmez bir hamle ile ucunu göğsüne dayadı. İnanılmaz bir acıydı tenine yayılan, ilk hissinde bile olmayan gücüne rağmen yerinde hoplamasına yetmişti.

“Dur, dur, dur dur dur” bağırdı her seferinde sözcük biraz daha anlamını kaybetti. Kadının yüzünde merhamete dair bir ifade belirmedi, kaşları o kadar büyük bir öfkeyle çatılmıştı ki gördüğü şey yerde yatan biri değil, sanki kenara atılmış bir çöp parçasıydı. “Dur” kelimesini her işittiğinde olmayan sabrı daha da tükeniyor ve kehribar renkli gözleri açılıyordu.

Ne yaptığını bilmeden çaresizce bir adım daha geri sürükledi kendini. Kadın mızrağını omzunun üstüne kaldırıp gerindi, kalbinden geçen mükemmel bir çizgi seçti gözleri, kesin bir hamle ile hayatını kaybedeceğini hissetti. Ne olduğunu bile anlamadan ölecekti, adını bile bilmeden… Aklında yankılanan tek kelimelik soruyu sormak istedi ancak hissettiği dehşet buna izin vermedi. İstemsizce ellerinin kaldırmaya çalıştı, teslim olmasının hiçbir anlam ifade etmediğini bilirken.

Kadın bir adım daha attı ona doğru, büyük bir hırsla kilitlenmiş gözleri beklenmedik şekilde daha da aşağıya baktı. Şaşkınlık doldurdu ifadelerini. Biri yaşadığına şaşkındı şüphesiz, diğeri üzerine adım attığı şeyin merakına düşmüştü. Kadın yavaşça eğilip yerdeki keskiyi eline aldı. Taşlamalarındaki parlaklık iyice artmış kendisinden saçılan ateşe baş koyacak kadar dirayete ulaşmıştı.

“Bu mu, anamın armağanını savuşturan?” sordu önünde yatan adama.

O soruyu anlayamadı ilkin, ancak cayır cayır yanan ateş yüzüne doğrulunca cevap vermeye çalıştı.

“Bilmiyorum, ar-arma-armağanı” çıkardı kuru boğazından sözcükleri zorla. Kadın mızrağı biraz daha yaklaştırdı ona sordu:

“Bu mu, bunu savuşturan” dedi sert tonla.

“E-Evet, o sa-sanırım”

Kadın mızrağı çekti üstünden.  Diğer eliyle de bıçağı yoklamaya başladı. İşlemelerin üzerinde parmaklarını gezdirdi. Taşlamalarında bir şey yazılıydı, harfleri tanısa bile anlamsız sözcüklere benziyordu.

“Ne yazıyor üstünde?” diye sordu adama. Bir şey diyemedi ancak cevap vermesi gerektiği barizdi.

“Bir şey mi yazıyor?” sordu, kadının ekşiyen ifadesini görünce tonunun yanlış anlaşıldığını anladı, hızlıca ekledi “Bilmiyorum, benim değil. Bir ağacın gövdesinde buldum.”

“Nasıl?”

“Saplanmıştı öyle, bilmiyorum gerçekten ne yazdığını be-”

Kadın hafifçe tebessüm etti ancak hissettiği şeyin mutluluk olmadığı belliydi. “ve inanacak mıyım sana, sen değil misin yarım gün ormandan beni gözleyen?” kadın hızlıca adamı yakasından tutup kaldırdı. “Söyle!”

Tenine yayılan bir sıcaklık vardı ancak, sinirleri etini kızartan bu ateşe tepki vermeyecek haldeydi.

“Ba-bak, buldum.” Zorla elini kaldırdı kumsalın girişinden aşağı uzanan ormanı gösterdi. “Buraya bir g-gün uzakta buldum. Sonra buraya geldim, iz-lere bakarak.”

Kadın ilkin anlamadı adamı, sonra onun arkasına bakınca hatırladı göğe sıkışmış yıldırım parçalarını. Bir daha etrafına baktı, denizin suları onları bir duvar biçiminde çevrelemiş hareketsiz duruyorlardı. Tekrar adama döndü, yüzünde gördüğü şey yalan söylemediğine onu ikna edebilirdi ancak çevresine yaydığı kiri de görebildiğinden dinlemenin ne gibi sonuçları olacağını biliyordu. Adamı yere bıraktı, tuttuğu elini turuncu bir ateş, yüzünü el yıkayan birinin tiksintiden kurtulma çabası sardı.

Çevredeki ateşler yavaş yavaş kayboldu, kadının saçları ala çalan bir renge büründü. “Gidelim madem göster.” Dedi. Bunu yapmaması gerektiğini biliyordu ancak bir şey fazlaca yanlış hissettiriyordu, gerçi bunu söylemeye hakkı olmayabilirdi.

“Tamam” başını salladı hızlıca.

“Ancak yalansa…” kadının tekrar eline aldığı mızrak gümüşten bir ateşle bitti tekrar.

İkisi de konuşmadı sessiz dakika boyunca. Adamın gözlerinde bir karartı vardı halen, kadın ise pus dışında bir şey göremiyordu ona baktığında. Bir tiyatro sahnesi kuruldu o anda ve bilinmesi gereken kötü hislerinin ne olduklarını sorguladı ikisi de.

Yavaşça yerinden kalkmaya çalıştı, ancak bu mümkün gözükmüyordu.

“Bana birkaç dakika ver.” Dedi.

Kadın çömelip oturdu.

Batmayan güneş sudan duvarlar arasından geçip uzun gölgelerini buharlaşmış okyanusun bu cebinde kalan kirli camlarla pürüzlenmiş tabanına yansıttı. Uzaktan bir duman yükseliyor ve bacağı halen kanıyordu.


Gün 1 K.S.
Gün 7 

Sıfır Günlüğü: Elçi -IV-



“Bunları hatırlaman mümkün değil.” Dedi nazik ses. Biraz durgun olduğunu hissetmişti ama bir şey demedi. 

“Durgun değil sadece düşünceliyim.” elini gözün seçemeyeceği kadar ince şekilde işlenmiş bardakta gezdirdi.

“Anlaman gerekir ki bunu bir daha gerçekleştirmem mümkün değil. Göğün hali açıkça belli… O yüzden anlamalısın, hatırlamasan bile anlamalısın.”

Yutkundu, dinlemesi gerektiğini biliyordu ama her şey nasıl bulanıktı ve nasıl kesin çizgilerle ayrılmıştı. Etrafa bakmak midesini bulandırıyordu.

“ Başladı demek ki…” belirtti ses.

“ Anlamadım.” Dedi başını yerinde tutmaya çalışırken.

“ Evet, Anlamadın.” Bulanıklığın içindeki figür kafasını çevirdi. “ Nereye gideceğini biliyor musun?”

“ Hayır.” Diyebildi sadece.

Bu cevabı beğenmedi ses. Nazikliğin içinde umutsuz bir ton belirdi.

“ Gideceğin yerin neresi olacağını biliyor musun?”

“ Sanırım” dedi hafifçe.

“ Ne yapacağını biliyor musun pekalasında.”

"Sanırım... Evet diyebileceğim kadar da hayır diyebilirim." Sonunda soğuk his zirvesinden gövdesine kadar çatladı, ağlarla kaplandı zihni, saliselik bir farkındalık yaşadı ancak ne olduğunu söylemek için çok geçti. Bir saniye sonra oturduğu yerde kimse yoktu.

“Ölmemelisin.” dedi nazik ses. Ve havada asılı tedirginlik hiçbir yere dağılmadı.
………………..........

Başı ağrıyordu. Turuncuydu görüşü. Anladı ki gözlerini açamıyordu. Etrafını yokladı, kendini kaldırıp oturdu. Hafifçe araladı gözlerini, ormanı görüyordu ve uzundan içine yayılan gölgesini. Bekledi, bir şeyi, ne olduğunu bilmediği. Başının ağrısı çok keskindi, o kadar ki kendi bedeninde olmadığı hissini veriyordu ona, fakat fark etmesi mümkün değildi ağrının kendisinden dolayı. Birkaç on dakika sonra anladı ki beklediği şey sesti, hiç bir şey duyamıyordu. Bunu ona hatırlatan oynadığı çimlerin olmayan hışırtısı yada rüzgarın tenindeki gereksiz misafirliği değildi, çınlamaydı. Yüksek sesli ve istilacı çınlama. Oturduğu yerden kaldırıp dişlerini kıracak kadar sıktıran çınlama. Hayali ve gözlerini karartıp ele geçiren çınlama ve ciğerlerinin nefesten kesilmesine yol açan çınlama. 

Tekrar kendini bulduğunda ilk duyduğu şey nefes nefese kaldığı idi. Başını yokladı, alnını hissedemiyordu. Yavaşça dirseklerinin üzerinde doğruldu ve ayağa kalkmak için hazırlandı.

“Ah… Güneş” dedi gerisini getirmedi. Kafası ışıktan izlerin bittiği yere çevrildi. Yerde duran çantaya uzandı, hafifçe dengesini kaybettiğinden durmak zorunda kaldı. Kumsala baktı ve kumsalda ona; onu onaylamıyordu, o da bunu biliyordu. Doğrulup arkasına döndü orman boyunca ilerlemeye başladı.

Kafasında bir soru vardı. Cayır cayır yanıyordu zihni, ilerlediği ağaçları aleve veriyordu geçtikçe, aynı göğsünden geçen şey gibi. Ama o sözü sarf etmemesi gerekiyordu, ettiği anda üstünden denize baktığı uçurma daha da yaklaşıyordu zihni. Bu uzun ve yorucu bir düelloydu ve basit bir kelimeyi zihninde yankılandırsa bile kaybedecekti. Hangisinin daha kötü olduğunu bilmiyordu kaybettiğinde yapabileceklerimi yoksa kazandığında devam edeceği yol mu? Bunun cevabı bile kendi içinde sorulmaması gereken şeyleri getiriyordu. Ve hayatının gerçekten dogma haline dönüştüğünün farkındalığına varmadan kendini sahili sıkıştıran dönüşün üzerinde buldu. "İleride ne vardı?" Sordu zihninin içinden bir ses.

“Duman” dedi sesinin altından. Beline iliştirdiği bıçağı çıkardı yavaşça, yüzüne pürüzsüz gövdesinden yansıyan güneş düştü fakat gözlerinde bastırılmış bir karartı geziyordu.

Ormanda iki kişi bekliyordu. İkisi de farklı şekilde birbirlerinin farkına varmışlardı. Biri daha çok acı çekmişti bunu anlamak için şüphesiz. Ateşi gözlüyorlardı, birisi ona bakmamaya çalışırken. Sıkılmaya başlamıştı, farkındaydı ki bu sıkıntı oldukça ölümcül bir durumdu fakat sadece yarım günlük bir çömelme ve zihninin de bastırdığı naçizane sorunun baskısı ona başka bir seçenek bırakmıyordu. 

“Neredesin!” diye bağırdı ve birkaç saniye bekledi. Ağaçlar boyunda hiçbir hareketlenme olmadı. Bu daha rahatsız ediciydi ancak yerini belli etmiş olması muhtemel olduğundan yapacağı işten geri dönmedi. 

“Bak!” dedi. “Çıkıyorum, sende çık neyse bu işi görelim!”

Onu cevaplayan sessizlik artık aklını yitirme çizgisinde olan bir adamın sanrılarıyla konuşmasını andırıyordu. Alnını sildi, fazlaca terlemişti. Çalılardan yavaşça çıktı, sırtını ateşe vererek kumsalın ortasına yürüdü.

“Bak! Buradayım, çık neredeysen!”

Çevresine bakınıyordu halen, arkasındaki ateş gölgesini önüne düşürüyordu. Elindeki keskinin işlemelerinin derinlerinden yükselen parlaklığı görmesini engelliyordu.

Çok hızlı oldu, kısa bir anda seçildi ve gözden kayboldu. Belki o kadar sıcak olmasa fark edemeyecekti bile. Tam da kayalıkların bittiği yerden çıktı, muazzam bir ivme ile ona yaklaştı. Elini kaldırdığında ve omzunu çıkartacak kadar büyük bir güç ile yere savrulduğunda yaşıyor olması şanstan başka hiç bir şeyle açıklanamazdı. Kolunu tutup doğrulmaya ve kamanın nereye uçtuğunu anlamaya çalıştı. Bir sıcaklık daha hissetti fakat bu sefer biraz daha yakındaydı, çaresiz bir hareketle kendini yakınında bulunan bir kayanın arkasına attı. Gövdesinin biraz yanından beyaz bir çizgi belirdi ve kaya kesin bir hamle ile delindi. Bunu gördüğü anda kamaya ulaşma kaygısı daha da arttı, gözü denize takıldı, hareketsiz sular rahatsız edilmişe benziyordu, üzerlerinde beyaz çizgiyi izleyen koyu bir buhar ve bir başkasının sona erdiği yerde fark edilecek kadar büyük bir “delik” vardı. Ortasında ise gümüşi bir parlaklık. Kendini bunun ne olduğunu fark etmeye kalmaksızın sulara attı. Arkasında bir sıcaklık büyüyordu, keskinin taşlamaları çok daha parlak gözüküyordu. Bunu fark etmesi ona bir şey kazandırmadı, hayatında düzgün silah tutmamış her insan gibi bozuk bir gard aldı ve gözlerini kapattı. İliklerine kadar işleyen ince bir duyu hissetti bütün sinirleri acı ile kaplandı ve suların içine savruldu. Omuzları ağrıyordu ve bıçak yine elinden kaymışa benziyordu. Gözlerini açtı suyun altındaydı yerde yatıyordu, çevresinde kırmızı renkli kan bulutları gezinmeye başlamıştı, uyluğunun altında keskin bir ağrı hissetti, denizin tuzu bıçağın üzerine kaydığında açılan yarasına yardımcı olmuyordu. Bir an ne yapması gerektiğini unutur gibi oldu, çok su yuttuğunu hissediyordu ancak kısa bir sıcaklığın ardından birkaç metre yanına saplanan beyazlık ona her şeyi hatırlattı. Etrafındaki sular tezlikle buharlaştı. Kendini yerde yatarken buldu, gözleri değişen bağlama alışamadı, bir figür ona yaklaşıyordu kırmızılar ve parlak bir beyazlığa bürünmüştü. Elinde uzun kılıca benzeyen gümüşi bir şey taşıyordu.

Sıfır Günlüğü: Elçi -III-




    Adımlarını izliyordu ve giderek daha da ağırlaştıklarını. Kumların sürekli üzerlerinde zıpladığı ayakkabıları gri ve sarı karışımı renklere bulanmıştı. O ise birkaç saniye içinde terleyeceğini seziyordu. Ara sıra arkasına bakıyor sanki geri dönmek istermişçesine bir hamle yapmak istiyordu. Ancak hareketsiz denizin üzerine kazınmış ışıktan sütunları görünce aksine karar veriyor yürümeye devam ediyordu. Sanki bir aynayı takip eder gibiydi, kumlara eşlik eden sular hem o kadar berrak, hem de o kadar düzdü ki onlara dokunulması neredeyse bir suç olacakmış gibi hissettiriyordu. Tam da bu his zihnine salındığında tekrar döndü başı, uzaklaştığı yeşil açıklığı göklere uzatan sarp kayaların oluşturdu sete baktı bir daha, küçük çimenler ve ağaç tepelerinin siluetleri şu an düşünmek istemediği pek çok şeyden aklını çalıp geri dönmesini istediklerini söylediler ve aynaya geri baktı, yürümeye devam etti.

    Zaman hakkında bir sorun olduğunu biliyordu. Şu an zaman hakkında büyük bir sorun vardı. Çünkü düşündükleri şeyleri dün yaşamıştı. Fazlaca yorulup, kumların üzerine kendini attığında yarım günden çok daha fazladır yürüdüğü açıktı. Daha fazla yürümek istemediği ve şansına bulduğu bir patikadan içeri girdiği zaman bacaklarında karıncalar gezdiğini hissetmişti. Bir ağacın yanına yattığında uzun uzun nefes alıp vermişti. Kendinden geçtiğinde güneş halen aynı yerindeydi… Şimdi aynı ağacın önünde huzursuz bir uykudan sonra gördüğü şey aynı güneşti. Aklına bir an farklı bir şey çalındığını hissetti ve aniden ayağa kalkıp arkasındaki sık ormana döndü, güneş tam karşısında olmasına rağmen ağaçlar gölgelere bezenmişti, daha fazla bakmadı patikadan tekrar aşağıdaki kumlara indi.

    Yürüdü ve yürüdü. Sarp kayalar ve gökyüzünü yutmuş sular ona eşlik etti. Sayısız kez düşünceleri ile cambazlık yaptıktan sonra kayalık duvar sakince sulara yaklaştı ve yaklaştı, kumlar inceldi ve inceldi. Bir küçük dönüş ardından ince taneler setin hapishanesinden kurtuldu ve önüne büyük bir sahil serildi. Ardında “geceyi” geçirdiği sık orman halen devam etmekteydi. Kısa gri bir çizgi seçiliyordu ileride tam da ışıktan sicimlerin tükendiği yerde.  “Ateş” kelimeler döküldü ağzından yavaşça dumanların kaynağına yürürken.  Her adımında biraz daha açıldı gözleri, ateşin gövdesini seçtiği anda koşacak gibi görünüyordu ama ne yöne olduğunu tam kestiremediğinden hızını değiştirmiyordu. Biraz daha ve biraz daha karardı çevresi ve göz bebekleri kısıldı hafifçe, küçük bir anda dans eden havanın görüntülerini gördü. Turuncu, “altın sarısı” dedi. Fakat çok küçük bir ateşti, bu kadar duman çıkaracak kadar hacmi bile yoktu ve nasıl bu kadar parlak yanıyordu, sonunda gece getirecek kadar aydınlatıyordu etrafı ve onun dışında hiçbir şey seçilmiyordu. Gözlerine şarap gibi geliyordu, her adımında biraz daha yaklaşmak ve biraz daha yaklaşmak… “Dokunmak” dedi sesinin altından.

    Sahilin arkasındaki ormandan şehvetine düştüğü kıvılcımlar kadar parlak bir şey fırladı, ateş bir anda bembeyaz kesildi, küçük gövdesi bir tipi yeliyle boğuşuyormuş gibi gözüküyordu. Altındaki kumlar kızarıp yılan kavi çizgiler çektiler sahil boyuna, bastığı zemin kesik kesik cama dönüşüyordu, gözleri sonunda ateşten ayrıldı ancak çevresine bakacak kadar zaman bulamadı, gövdesinin yandığını hissetti ve göğsünün olması gereken yerden fazlaca parlak bir çizginin çıktığını görebildi sadece, saliseler için dünya beyaza bulandı… Yanakları kavrulmuş kumlar ve sıcak cam ile yanıyordu, artık gördüğü şeyleri algılamayacak kadar büyük bir şey hissediyordu ancak ne olduğunu bilmesi de olasılıklar içinden çıktı birkaç saniye daha içinde, belki daha iyiydi. Uzuvlarından kaybolan duyu, tenine yayılan kıpkırmızı bir sıcaklık ve gövdesinin deşik kaldığı yerden yükselen tiksinç koku, saf et ve acıyla dolu.

     Birde bastığı camları kıran adım sesleri, hayır belki kırık değildi ancak merak edebilmesi mümkün de değildi.

………………........

“ Hoş geldin.” Dedi nazik bir ses.

Bir şey diyemedi. Sadece dinledi, sesleri; bardak yada şişe, cama benzer bir ses ardından küçük bir adım tahtanın üzerinde atılan.

 “Ne içmek istersin?” diye sordu ses.

Bunun üzerine şaşırdı biraz. Zihnin duvarlarına tırmanan bir şey olduğunun farkına vardı. Sonunda gözlerini hafifçe aralamak istedi.  
“ Bilmiyorum.” Dedi. Yavaşça kesik ışıkları bulanıkça seçerken.

“ O zaman viski, gerçi bu şişeyi doldurduklarında adı o bile değildi.” Nazik sesin gülümsediği sesinden belli idi.

Birkaç pencere gördü, çok kesin şekilde seçilmiş bir odayı çok kesin bir şekilde aydınlatıyorlardı. Huzmeler sanki cetvel ile çizilmişti. Önünde biri vardı, tam karşısında idi. O kadar yakın, ancak o kadar da uzaktı ki, gölgelerin içine uzansa masaya doğru düşeceğinden korkuyordu, her iki durumda da. “Uzak değil.” 

“ Hem buradan hayli hoşlanmıştın, yanlış hatırlamıyorsam.” Diye iğneledi sesine yakışan bir alaycılıkla. “Gerçi burası çokta geri dönülecek bir yer değil. Haklısın…”

Tırmandı tırmandı, ancak farklı bir his ne olduğunu anlamasına izin vermedi onun. Bu soğuk ve yapayalnız şey her farkındalığı kıracak kadar güçlüydü.

“Korkuyorsun.”

Sıfır Günlüğü: Elçi -II-



  Bir kadın silueti seçiliyordu, uzak ve unutulmuş bir yerin uzak bir köşesinde. Şekli sabit değildi ancak, buharlı bir camdan çevreyi gözlermişçesine hareket ediyordu etrafı. Kendisi sakin adımlar atıyor ve vücudu iyice yerine konmadan yürümeye devam etmiyordu. Birden durdu kadın fakat çevresi durmadı ve duramazdı zaten. Bir ses işitti tasviri kaybolmuş olan. Elini seçilmez bir şeye daldırdı, parlak ancak saydam ve renkli renksiz, insan benzine şekil veren zihnine aşk vurduran, düşüncesine fitil olmuş olan bir şeyi yakaladı.

“Esen gidesin yavrum.”

“Neden gedeyim anam.” sordu elindeki.

“Varmak lazım yavrum.”

“Ne için anam?”

“Ya edeceksin yeniden veya güdeceksin.”

“Ben mi anam?”

“Sen değil bu sefer dik kulaklı, şekil günahlı, senin alındığın burada vurulan hazne ile kopardığı yere tutukludur o.”

Elindeki sustu bir süre söyleyemedi bir şey.

“Hatırlamak zordur, taşırken hepsinin ahını ve unuttuğun şey olacaktır ki senin soracağın. İlk var, sonrası bulunur.”

“Ana, görecek miyim seni?”

“Biz yekpare bittik, edemezsen de özlemezsin beni.”

Kadının elindeki uzun bir hal aldı, boyutları duyulara sığamayacak kadar oldu bir anda. Bütünlüğü yakacak bir alev sardı etrafı ve kesin bir hamle ile gerçekliğin içine atıldı.
.....................


   Uzundu alacağı menzil ama o bilmezdi uzunu, henüz bilmezdi. Var olalı asırlar belki binyıllar olmuştu ancak, gerçekliği sadece saniyeler ile tatmıştı. İlk önce bir şey kavradı ama ne olduğunu anlamadı. “Bir şey bir şey” dedi ismini söyleyemedi. Aklına sular geldi, adını bilmediği halde, saydam gövdelerini nasıl da büyük bir hışımla kayalara vurdukları canlandı zihninde. Beyaz köpükler doldu gözlerine, sonunda şelalenin ağzına varınca uçurum gördü yüzü. Düşüyordu, anladı o düşüyordu. Ne garipti! ne garipti düşüncesi… Genişçe demenin kifayetsiz olduğu bu karartı içinde düşüyor, her alem, her anda onu çevreliyordu; türlü kumaşlar gibi üst üste katlanıyordu izlediği görüntüler ve her birinin içinden çıkan iplikler tekrar bir düzleme geriliyordu tek bir saniye için, tezlikle yırtılıp katlanmadan önce. Bekledi ve bekledi, algısal dikiş tezgahında saniyeleri izledi. Anladı ki zaman vardı, geçiyordu ve o bekliyordu, bir şeyi bekliyordu. Ancak nasıl da saçılıyordu zaman her yöne ve her şekilde düzensiz bir biçimde. Her kumaşla birlikte farklı sekiyordu tezgâhın üstünde.  Bir anda algısal tezgah gerilmiş bir kumaşa yapıştı, sarıldı ve sevişmelerinin ardından daha aydınlık bir karartı çıktı. Zaman delice hareketini kesip doğruldu tek yöne yürümeye başladı. Garip geldi ona oldukça garip, nasıl bir düzendi bu ne farkı vardı diğer kumaşlardan anlamadı, aynı içini saran bir şeyin ne olduğunu anlamadığı gibi.

  Salise içinde yıldızlar çalındı gözüne ve bütün kütleleriyle cennetler içinde gezinen gök cisimleri. Hepsinin saran küçük iplikler kısalmıştı artık, kumaş yekpare bir hal almıştı. Binlerce ve milyonlarca şey gördü henüz bu kumaşın içinde görülmeyen ve hepsinin düşünceleri çalındı zihnine.  Karanlık ve aydınlık gibi yetersiz olan kemerin üzerine gerilmiş her türlüsü yerleşti algısına bir saniye daha içinde. Yalnız düşüyordu halen ve düşüyordu nereye olduğunu halen bilmeden. Sonunda sonsuz farklı büyüklüklerde, korkunç iştahlı olduklarını hissettiği karanlıklardan birine yöneldi menzili. Yaklaştı ve yaklaştı, büyüdü daha da içindeki bir şeyi. Sonsuz sayıda demet olmuş renk renk cisimlerden biri canlandı aklında. Saydam vücudun kayalarla vuruştuğu yere gidiyordu tam olmasa da.

  Bir küre gördü, biliyordu ki küre değildi gördüğü. Tekrar düşünceler bağırdı ona bu küreden yükselen. Fakat hiçbiri, hiçbiri farkında değildi kürelerinin üstünde gezinenin, onu gölgeleyenin. Anladı sonunda nereye gittiğini, hızlı şekilde çarptı gölgenin kaynağına. Eski bir duvardı yıktığı: kendinden, alındığı kuyudan hatta ki kumaşlardan bile eski. Zamanın rotasıyla birlikle sarhoşluk geçirip gönül eğlendirecek ve sonra da küsüp evine almayacak kadar eski. Çarptığı anda yarığın içinde bitti her düzün ve her yol; içindeki o şeyde vurdu kafasına, zihnine, algısına, aklına. Ancak söylemesi için tek bir saniye kadar daha düşmesi gerekiyordu. Düştü… Kalkmaya yeltenmeden önce kendine bir şey açıkladı. O ağlıyordu ve gülüyordu, canı acıyordu ve kızıyordu, korkmadığı için kızıyordu, özleyeceğinden korkmadığı için.  

Uyum

Her Gece Masallarını Söyler

Uyku ile sarhoş;
Açlıkla bulanıyor zihni.
Negatif uzayla sarılmış,
Duyarsız hisleri.

Renkleri aynılaşan dama taşlarına
Devamını soruş.
Gerçekten cevap almak umuduyla
Geleceksiz bekleyiş.

Merak konusu sözünün
Kırık göğün yüzüne bakan insana,
Ne oluyor çarpık uyumuna düşündüklerinin.
Fikri kadar teni de düşecek yargıya.

Boş bir tuvalken kendisi
Anlamı var mı, doldurmaya çalışmanın?
Hakkı yoktur belki,
Buraya düşünce çizgisini çekmenin. 

Tek renk ve yekpare,
Tekerrür eden sindirişleri
Beyazı, siyahı törpüler
Kalmışsa farklı renkleri.

Devamı ne kadar değerli?
Uyak kaçınca tekrardan bir kere
Yarık yerin yüzü cevap verir mi,
Tekrarları yeniden nüksederse.

Dünyasının sonunda yürütülür
Ufkunun ince çizgisi.
Ağır adımlarla yenileri alır
Fiskelerden yıprananların yerini

Saat kaçı vururda
Getirir şafak kapısına güneşi
Ne zaman olurda
Taşlar giyinir yalan renkleri.

Ay ışığı hangi vakit sökülür Zafir gökten,
ve düşer gözlerin son direnişi
Atlanır güvenliğine bilinç aşağısının.
Yok olurmuş ya sanki,
Dama tahtası,
Karışmış çizgi yumağı,
Ak siyahı;
Kara Beyazı.

İlkidir bir üçlemenin.

Cilt I: 587


Sarı, oturuyordu sarı dağın tepesinde.
Gözünün seçebildiği sonsuzluklara bakıyor;
Ama hiçbir şey göremiyordu neden ise.
Sarı, bakıyordu yine, yerden göğe yükselen kumların şekline.
Hepsi elmas kadar saydam, kuvars kadar tek düze
ve komşu olduklarını bildiği sonsuzluklarında göklerini taşıyorlar birlikte.

Sarı dağ sonsuz bir yurdu gölgeliyor yine,
Sonsuz sayıda, sonsuz insan
ve hepsi de sonsuz kere anlaşmışlar birbirleriyle.
Burasında her şey böyle;
Saydam gölgelere düşmüş yurtlar,
Nehir gibi akan kumlar,
Her şeyi içine alan sütunlar,
ve insanlar...

Okuduğumuzda anlaşılamayan şekilde,
615'in dilinde de yok
495'inkinde de...
Sadece bilirlerdi, her şeyi ve her kimseyi
Sonsuz sayıda sonsuz kere sonsuzluğun içinde anlaşmış insanlar.

Peki Neyi?
Sezgi, Öfke, Neşe
Buruk düşüncelerle oynaşan her köşe
ve ne birbirlerinden uzak,
ve ne de yakın;
Ancak her şey açık 
ve ancak her şey kapalı olduğunda,
Zihinlerdeki her girdap berraktı ve de tüm ayrıntılarıyla,
ve yine pusluydu bütün taşkınlıklarıyla.

Peki her kimse?
Her kimse 615'lilerdi,
Her kimse 495'lilerdi,
Ancak her kimse sadece birbirleriydi.
Çünkü sadece birbirleri için karşılıklıydı,
Diğer türlüsü ise sadece bir solukluk ateşkes.

Peki, Ama, Ancak, Sarı niye oturuyor bu tepede?

Satırlar ilerledikçe neden büzülüyor aklı,
Neden cam gibi bir sis sarıyor etrafı,
ve neden soruyor, ve kime?

615 ve 495 yanımızdalar her zaman ki gibi,
Sarı Dağ okuyanın göremeyeceği sonsuzlukları gösteriyor,
Kumlar akıyor yavaşça saydam, sabit ve göğe.
O zaman bu göremediği şey ne?

Saydam bir cam nasıl engeller görüşü,
Geçirmez mi delikli kumaş şarabı,
Akmaz mı yırtık bir duvardan hane sedası
Ve de bilinmez mi çatlaklardan damlayan suların üzerinde denizler olduğu
Varsa bilen
Varsa gören
Ve varsa o
Nasıl olmaz ki cevabı?

Yoksa,
İlk gelen  o mu buraya,
Üzerlerine saydam tahtalar çakılmış
Saydam camların önüne.

Neresi burası ve neden?
Bu çok saçma,
Bu sonsuz insanın,
Sonsuz kere,
Sonsuzluk üzerine anlaşmasından da,
Bunu anlatan satırlardan da,
Okuyan gözlerin tükenen sabrından da saçma.
Ve başta bekleyen maiçfktıah dan da.

Sanırsa Sarı dağın gölgelerinin bir yerinde,
Bir şekilde,
Görünmez taneler biçiminde,
Akıyor zihnine,
Her ne kadar
ne olduğunu
nerede olduğunu,
nasıl olduğunu
neden olduğunu
bilse de yine de...

Ve sözünün kesileceğine dair anlaştıkları
bir akıntı da katılayazıyor bu selin içine...

PKJŞJBD SONOPFJBOJ ADHSECE ŞGŞÖŞİŞJ HOJDÖEJD AFÖF BDÇD OÖFRFVKÖ.
"AŞ JO BOİOH?" ROHIFJBO PKÖŞVKÖ.
PDÖE FPO BŞÖŞVKÖ, SOHÖDÖ ÜO SOHÖDÖ ÇOÖ SDJO AFÖOÖ AFÖOÖ ŞYŞHSDJ HDVDÖHOJ BTRTJLOIOÖFJFJ GFZUFPF HDVAKIİŞR ÇDIBO "AFIİFVKÖŞİ" BFVO VDJESIEVKÖ.
ḞHFPF BO RDREÖEVKÖIDÖ, GTJHT AFÖF LOÜDAEJE AFIBFCF AFÖ PKÖŞJŞJ LOÜDAEJE DIEVKÖ ÜO BFCOÖF FPO PKÖŞPŞJŞ AFIİOBFCF AFÖ LOÜDAE ÜOÖFVKÖ.
"RFİBF JO KIDLDH?" BFVO FSOIFVKÖ HDVESPEZLD, UMZIOÖF PDÖE HDVDHIEHIDÖBDJ HDVİDVDJ PDÖEVD.
AOHIFVKÖIDÖ AFÖDZ, PDÖEJEJ UFÖBDNIDÖEJE FZIFVKÖIDÖ, UOIOJFJ BDIUDIDÖEJE UMZITVKÖIDÖ ÜO HKJŞRİDVD SOHÖDÖ ITZŞİ KIŞJLD AFÖ POP VTHPOIFVKÖ VDÜDRGD "VTLOIOÖ AOJF GDCEÖDLDHSEÖ PDJEÖEİ."
"ÜO PKJÖD?"
"PKJÖD-" BFVKÖ PDÖE ÜO DPIEJBD ITZŞİPŞZ KIDJ HKJŞRİDIDÖE AŞ POYOÖ UOÖGOHSOJ NDVIDRSEHIDÖE AFÖ UFÖBDNSDJ PMZIOÖF GEHDÖEVKÖ,"-PEJE AFIİFVKÖPŞJ..."
PKJŞJBD PDÖE PDÖE ŞYŞHŞ DÖBEJD DIEVKÖ ÜO PDVBDİ AFÖ NŞPŞ HDNIDVDJ ROYYDY SDÇSDIDÖEJ FGFJBOJ PDBOLO UMZIOÖFJFJ FGFJBO HF BKJŞH AFÖ ADHER ÜO İDS AFÖ UTITR POGFIFVKÖ.
ÜO HŞİIDÖ VŞÖBŞ UMIUOIFVKÖ,
PDÖE BDC DHEVKÖ PKJPŞZ GOÜÖOJBOJ,
İDS UTITR PFPFJ FGFJBO HDVAKIŞVKÖ,
ḞHF BKJŞH ADHER AŞIŞRŞÖHOJ
ÜO BO UMÖTJIOZ NOÖBO ÇDID AKVŞ BDIUDIDÖID KVJDREÖHOJ.

Hikaye Birahanesi